phpKF - php Kolay Forum  
Ana Sayfa  |  Yardım  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
Forumunuz Hayırlı olsun yenilendi

Resim Ekleme

Bu Sayfadaki Bilgiler 04/05/2007 tarihli ve 5651 sayılı
Bu Sayfadaki Bilgiler 04/05/2007 tarihli ve 5651 sayılı "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun" Uyarınca Gerekli Durumlarda İletişim Sağlanabilmesi İçin Eklenmiştir. Lütfen Gerekli Durumlarda Kullanınız... İbrahim uzun Esatpaşa mah 3.demiryollu 1201.sk no:28 menemen/izmir/Türkiye email :Uzun_70@hotmail.com
Forum Ana Sayfası  »  S İ Y E R - İ N E B İ
 »  İskenderpaşa Camii Râmûzül Ehâdîs Dersi Sayfa: 552/8-

Yeni Başlık  Cevap Yaz
İskenderpaşa Camii Râmûzül Ehâdîs Dersi Sayfa: 552/8-           (gösterim sayısı: 1.254)
Yazan Konu içeriği

boşluk

lovepowerman
[lovepowerman]
lovepowerman

Kullanıcı Resmi

Kayıt Tarihi: 13.09.2010
İleti Sayısı: 2.589
Şehir: İzmir
Durum: Forumda Değil

E-Posta Gönder
Web Adresi
Özel ileti Gönder

Konu Tarihi: 04.10.2014- 21:07
Alıntı yaparak cevapla  


İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 552/8-555/19

Euzü billâhi mineş şeytanir racîm.

Bismillâhir rahmanir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Vel akıbetü lil müttakîn... Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

Eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabü kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesün bid'ah... Ve külle bid'atün dalâleh... Ve külle dalâletün finnâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:

Hep beraber Cenâb-ı Peygamber'e bir salât ü selâm okuyalım:

"Allaaahümme salli alâââ seyyîdinaaa, muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... Aaaalihiii ve sahbihiii ve sellim." (3 defa)

552/8 (Kâne yuhibbüt teyâmüne mestetâa fî tuhûrihî ve tena'ulihî ve teraccülihî ve fî şe'nihî küllihî.) (Revâhü ahmed ibn-i hanbel, buhârî, müslim, ebû davut, tirmizî, neseî, ibn-i mâce an aişe radıyallahu anhâ.)

SAS Hazretleri'nin hallerinden bahsettiğinden geçen sefer söylediysek de, tekrar şöyle bir kısacık bahsedelim:

Cenâb-ı Peygamber SAS, --tenâsüb-i endam tabir ederiz--tam, hiç lekesiz bir vücuda sahip idiler. Her tarafı birbirine uygun bir vücuda sahip idiler.

Mübârek alınları geniş, kaşları açık, göz kirpikleri gayet uzun, gözlerinin siyahı gayet siyah idi.

Mübârek boğaz altından göbeğine kadar bir saç sırası --bazı erkeklerimizde de görülür-- böyle göğüslerini ikiye ayırırdı.

Göğüsleri geniş, elleri geniş, pazuları geniş, ayakları geniş... Ayaklarının altı düz taban değil de çukur, ortası yere basmaz idi.

Renkleri, siyah arabların siyahı gibi siyah değil, beyaz kısmından da değil, kırmızı kısmından da değil; kırmızıyla beyazı birbirine karışmış, gayet güzel, buğday rengi dediğimiz en lâtif renk ile renkli idiler.

Tarif edenler onu çok güzel tarif ederler. Adeta süzülmüş bir gümüşün parlayışı gibi, vücudu şerifleri böyle parlardı.

Toprak, kum üzerine basınca ayakları iz etmez; mermere basınca, ayakları mermerde yer ederdi.

Vücud-u saadetlerinin gölgesi de olmazdı;Ê --Mevlid sahibi de güzel belirtmektedir-- çünkü, vücudları nur idi. Allah cümlemizi şefaatinden ayırmasın...

Mübârek sırtlarında da peygamberlik alâmeti olan mühür vardı. Bir güvercin yumurtası kadar, kabarık et, üzeri de ince tüylerle örtülmüş, "Lâ ilâhe illallah, muhammedür rasûlüllah, tebahbah yâ muhammed, haysü şi'te fe inneke mensûrun." diye de üzerinde yazılı olduğu, Hazret-i Ali Efendimiz'in çıkardığı bir levha ile bize kadar gelmiştir.

Bazı insanlar nedense --Allahın lütfu-- çok görürler rüyalarında... Kimisi şöyle görür, kimisi böyle görür.

Sakalları gayet geniş, toplu ve siyah idi. Yirmi, bazı rivayetlerde yirmibir kadar beyaz kıl bulunurdu, siyahın içerisinde...

Bu gün de şimdi SAS'in hallerinden bahsederken diyor ki:

"Sağı severlerdi, güçleri yettikleri müddetçe her şeyi sağdan yaparlardı."

Meselâ, abdest alırken sağdan başlar, ibriği sağ eline alır... Ayakkabısını giyeceği vakitte, sağ ayakkabısını önce giyer... Camiye girerken, evvela sağ ayağıyla girer... Evinden çıkarken sağ ayağıyla çıkar... Taranacağı vakitte saçını, kaşını, sakalını evvela sağ taraftan başlar; sonra sol taraflarını tararlarmış.

(ve fî şe'nihî küllihî.) Her işlerinde sağı takdim ederler, evvela sağı yaparlar, sonra da sol tarafını yaparlarmış.

552/9 (Kâne yuhibbü en yahrüce izâ gazâ yevmel hamîs.) Gazâya çıkacakları vakit, perşembe gününü seçerlermiş. Perşembe günü gazaya çıkmayı severlermiş ki, bu günde çıkılan gazalardan ganimet, galebiyyet elde edilirmiş.

552/10 (Kâne yuhibbü en yuftıra alâ selâsi temerâtin ev şey'in lem tesubhün nâr.) Ramazanlarda veyahut oruçlu bulunduğu günlerde, ancak üç hurma ile iftar eder; yahut hurma olmazsa ateşin değmediği --üzüm gibi, zeytin gibi, veyahut buna benzer-- şeylerle iftar ederlermiş ki, bizim de öyle yapmamız lâzım geldiğini anlıyoruz.

Bazı iftarlarda iftar edilsin diyerekten helva getirirler, ekmek getirirler. Tabii onların her ikisi de pişirilerek yapılmış şeylerdir. Bunlardansa su sadedir, mesela tuz sadedir; zeytin öyledir, üzüm öyledir. Üzümün yaşı veya kurusu olabilir; yaşı her zaman bulunmayabilir.

552/11 (Kâne yuhibbül halvâ vel'asel.) Mübârek, hurmayı ve balı severlermiş.

Bunu sevmeleri, sıhhate en çok yararlı şey bal olduğundan, balın ustası da arı olduğundan... Arının balı yapması, Allah-ü Teâlâ'nın ona gizliden verdiği bir ilimledir. Var mıdır bugün bir sanatkar ki, o karanlık yerde o hendeseyi hiç bozmadan yapabilsin de, onun içini de en güzel leziz balla doldurabilsin?.. Bu Allah-ü Teâlâ'nın ilham ettiği yâni --vahiy diyor ya-- vahyettiği bir şeydir.

Vahyin nevileri var... Peygamber'e vahyediyordu, bizim irşadımız için. Arıya da vahyi, o balı yapabilmenin esbabını ona öğretmiş... Arı kimden öğrenecek onu, hocası kim arının?.. Biz mektebe gitmeden bir şey öğrenemiyoruz. Fakat o ne mektep görüyor, ne medrese görüyor ama, en güzel tatlıyı da o yapıyor. Bir çok dertlere devâ, hastalara şifâ baldır.

Onun için balı yemekten hiç kaçınmayınız. Elhamdülillah, o da memleketimizde boldur. Arının bir iğnesi var ya, iğnesinde bile şifa var... Onun iğnesi romatizmalıları sokunca, onların romatizmalarını da dindiriyor.

552/12 (Kâne yuhibbül arâcîne velâ yezâlü fî yedihî minhâ.)

Nasıl üzümlerin salkımları varsa, hurmaların da salkımları var... Hurmaların salkımlarını bu sefer gördük elhamdü lillah; çok da güzel oluyor. Daha sarımsı bir renkte, taze taze... Lezzeti de çok mayhoşumsu bir tadda...

Evinde bir salkım bulunurmuş SAS'in; ara sıra, koparır koparır yerlermiş. (yuhibbül arâcîne) Hurma salkımını severlermiş. (velâ yezâlü fî yedihî minhâ) Ondan daima elinde bulundururlarmış. Vaktinde tabii.

552/13 (Kâne yuhibbü minel fâkihetil inebi vel bittîh.) Üzümle karpuzu da severlermiş. Üzüm meyvalardan en tatlı bir şeydir; hararet yapar. Karpuz da serinlik yapar. İkisini birbirine karıştırınca, tatlı bir şey olur vücudda...

552/14 (Kâne yühibbüz zübd, vet temr.) Zübd, yağ... İnekten olan yağ, bir de hurmayı yine sevdiklerini Hazret-i ibn-i Busir'den rivayet etmişler.

552/15 (Kâne yuhibbül kıssâ') Hıyarı da severlermiş. Hıyarın meziyetlerindendir ki, "Midedeki harareti giderir, mideye serinlik verir." demişler.

552/16 (Kâne yuhibbü hâzihis sûrete sebbih isme rabbikel a'lâ.) Bayram namazlarında bu sureyi okurlardı. Birinci rekatta Sebbihisme'yi, ikinci rekatta Hel'etâke sûresini okurlardı. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ı tesbih, noksan sıfatlardan tenzih etmenin fadâilini beyan etmek üzere:

(Sebbih isme rabbikel a'lellezî haleka ve sevvâ...) (Rabbinin o yüce adını tesbih ve tenzîh et; ki o, her şeyi yaratıp düzenine koyandır.)

Şu hilkati bize kim veriyor?.. Şu hilkatin neresinde bir eksiklik, neresinde bir bozukluk görülür?.. Bunu halkeden ne güzel tasvir etmiş!.. Kaşı yerinde, gözü yerinde, her şeysi yerinde... Bu şurda olsaydı denecek bir tarafı yok... Bu güzel sureti tasvir eden Hazreti Allah, tam böyle yakışır bir şekilde, her şeysiyle en güzel bir surette yarattı. Bunu tenzih etmeyeceksin de kimi tenzih edeceksin?..

552/17 (Kane yahtecimü.) Rasûlüllah SAS hacamat olurlardı. Bahusus orası sıcak memleket... Sıcak memlekette kan biraz fazla geldi miydi, insanlarda bazı rahatsızlıklara sebep olur. Onun için, o sıcak mevsimlerden evvel bir kan aldırma yaparlarmış.

552/18 (Kâne yahtecimü alâ hâmetihi beyne ketfeyh) Ekseriyetle de bu kan aldırmayı başlarından yaptırırlarmış. Bazan da, --(beyne ketfeyh) diyor-- iki küreğin arasından aldırırlarmış.

553/1 (Kâne yahtecimü fî re'sihî) Yine başlarından ki, başın arkasında bir çukur var, ordan değil de üstten, veyahut üstün öne yakın kısımlarından aldırırlarmış. O arkadaki çukurluk yerden aldırılırsa, unutkanlık îras eder derler.

553/2 (Kâne yahtecimü fil ahde ayni vel kâhil) Bu boyunlarının yanlarından da kan aldırdıkları rivayet edilmiş.

(ve kâne yahtecimü li seb'i aşerete) Ekseriyetle ayın onyedinci günü, (ve tis'a aşarete) ondokuzuncu günü, (ve ihda ve işrin) veyahut yirmi birinci günlerinde hacamat olmayı severlermiş ve öyle olurlarmış. Bu tek günlerde, --17. 19. ve 21. günlerde-- olan hacamatlar daha şifalı oluyormuş. Peygamberimiz de bu günlerde olduğundan, bizim de hacamat olacağımızda bu günleri seçmemizi daha alâ söylerler. Sonra, bazı günlerin hacamatları da zararlı olabilir derler.

553/3 (Kâne yuhaddisü hadisen, lev addehül âddu leehsâh.) Konuşurlarken, gayet güzel ve fasih konuşurlardı... Ümmî idi; ümmî olmasıyla beraber gayet veciz, kısa ve çok mânâları taşıyan kelimelerle konuşurlardı. Konuşurlarken, gayet ağır ağır, tane tane konuşurlar ve karşıdaki insan isterse, konuştuğu sözlerin kaç tane kelimeden ve kaç harften ibaret olduğunu sayabilecek derecede idi.

Herkesin haline göre... Bazen bir cümleyi, üç kere tekrar etmek de adetlerindenmiş ki; anlaşılmayan bir şey kalmasın diyerekten. Zaten o bir kere söylediğinde yine anlamayan kalmazmış. Bizimki gibi, lafı kılıklara sokarak söylemezler de; ardan kalma dili, herkes nasıl anlıyorsa o suretle söylediği için, konuşmasını anlamayan kimse kalmazmış.

553/4 (Kâne yuhfî şâribehû.) Bıyıklarını güzel tutarlarmış; yâni uzatma ve kalın tutma değil de, oldukça mübalağa ile kısaltırlarmış bıyıklarını...

Bu sakal hakkında ve bıyık hakkında, bir çok eserler Türkçe'de de yazılmıştır, eski lisanlar üzerinde de yazılmıştır. Sakal kazıyanlarınki şöyle-böyle ama, İmam-ı Malik, "Bıyığını kazıyanları tevbe edinceye kadar dövmeli!" demiş.

553/5 (Kâne yahlifü lâ ve mukallibel kulûb.) Yemin edecekleri vakitte, "(Lâ) Hayır bundan ibaret, (ve mukallibel kulûb.) kalbleri çeviren Allah'ın hakkı için" diyerekten, bazen böyle de yemin ederlermiş. Ordaki "vav"a, "kasem vav"ı diyorlar.

553/6 (Kâne yahmilü mâe zemzem.) Mekke-i Mükerreme'ye gittikleri vakitte, ordan hediyye olaraktan, evlerine zemzem getirirlermiş. Bizim de bugün adetimizdir. Ordan getirilen en tatlı şey, kardeşler için zemzemdir.

Şimdi bakın ne kadar hayret edilecek bir şeydir ki, yağmurlar yağmış, bir metre kadar Mekke-i Mükerreme'nin içi su dolmuş. Zemzem kuyusu da tabii o suyun içinde kalmış. Kaldıktan sonra motorları getirmişler, suları atmışlar. Fakat o zemzem kuyusuna haricen karışan çok öteberi, sular var. Bu kaç defadır görülmektedir ki, zemzem tabiatıyla kaynıyor ve o pis suları dışarı atmayınca kaynaması kesilmiyor. Suları dışarıya atıyor, içerisi saf kaldıktan sonra kendi seviyesine o zaman çekiliyor.

553/7 (Kâne yahrucü ilel ıyd, mâşiyen ve yerciu mâşiyen.) Bayram namazlarını sahralarda kılarlar ve sahralara giderken de, gelirken de, yayan gider, yayan gelirmiş. Gidişi bir taraftansa gelişi başka yoldan olurmuş. Aynı yoldan gidip gelme yapmazlarmış.

553/8 (Kâne yahrucü ilel ıydeyn, mâşiyen) Bayram namazlarına giderken yürüyerek giderler; (ve yüsalli bigayri ezânin velâ ikametin) ezansız ve ikametsiz, bayram namazını kılarlarmış. (sümme yerciu mâşiyen fî tarîkın ahir) Dönerken de başka yoldan dönerlermiş, hane-i saadetlerine...

553/9 (Kâne yahrücü fil ıydeyn rafian savtehû bittehlîl, vet tekbîr.) Bayrama giderken de sesini çıkararaktan, sesli olaraktan "Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah..." sonra, "Allahüekber... Allahüekber..." diyerekten tehlil ve tekbirlerle gidermiş namazgâhına...

553/10 (Kâne yahtübü kaimen) Hutbe okurken ayakta dikilerek okurlarmış. (ve yeclisü beynel hutbeteyn) İki hutbe arasında oturur, biraz istirahat ederlermiş. Ki, bugün bizim yaptığımız şekildir.

Fakat (fe yakraü ayâtin) oturduğu vakitte, bir Sure-i İhlâs, bir Kulhuvallahü ehad okunacak kadar; bir kaç ayet okunacak kadar otururlarmış.

(ve yüzekkirun nâs.) Orda nâsa vaaz ederlermiş... Cennetten, cehennemden, ahiretten, mes'uliyetten bahsederler; hayat-ı dünyanın ve hayat-ı ahiretin icabları neyse, onları söylerlermiş.

553/11 (Kâne yahtubü bikaf, külle cümuah.) Her cuma hutbeden sonra namazı kılarken, Sure-i Kaf diye bir sure var Kur'an'da, üç sayfaya yakındır; onu okuyarak namaz kıldırırlarmış.

Onun için hutbe kitablarında yazar ki, "Hutbede sözü kısa et, namazı uzun kıldır." Şimdi tersine döndü iş; hutbeyi uzun okuyoruz, namazı kısacık yapıyoruz. Tersine iş... Kaf suresi, kaç ayettir hafız efendi?.. 40-50 ayet, belki daha fazla... Kısadır onların ayetleri de...

553/12 (Kâne yahtubün nisae ve yekulü leke kezâ ve kezâ ve cefnetü sa'd, tedûru maiye ileyk kemâ dâret)

553/13 (Kâne yehîtu sevbehû) Mübârek SAS Hazretleri, elbiselerindeki yırtıkları da bazen kendileri dikerlermiş. Mesela, hane-i saadetlerinde hanımları var, hizmetkârları da olduğu halde, kendileri dikmek suretiyle bize numune olmuşlar. "Her şeyi hanımlara yükleyip de, karşıda efendilik taslamayın!" gibilerden.

(ve yahsafu na'lehû) Ayakkabılarını tamir de yaparlarmış. Onların ayakkabıları ma'lum... (ve ya'melü mâ ya'melür ricâlü fî büyûtihim.) Erkeklerin evlerinde yapacağı her şeyi Rasûlüllah da yapardı. Yâni, "Ben Rasûlüllahım, siz bunları şöyle yapıverin!" diye kimseye külfet göstermezlermiş.

553/14 (Kâne yedhulül hammâm, ve yetenevveru) Burda hamama gittiğini söylüyorsa da, İbn-i Kayyum denilen bir muhaddis, bunun doğru olmadığını söylemiş; "Rasulü Ekrem, hamama girmemiştir" demiş. Burdaki hamamdan murad, belki evdeki hamamlık denilen guslhanedir. Oraya girer, orda ot sürünmek suretiyle edep yerlerinin temizliğini yaparlarmış. Geçenki derste de geçmişti ki, 40 günü geçirmezler, ayda bir kere bu temizliği yaparlarmış.

553/15 (Kâne yüdrikühül fecrü ve hüve cünübün min ehlihî sümme yağtesilü ve yesûm.) Cünüblüğün oruca mani olmadığını beyan için, burda bir hadisi şerif nakletmiş ki; bir insan cünüb olarak sabahlarsa, o gün de oruç tutacaksa, oruca zarar etmez... Cünüb olmak ayrı iş... Onun için yemek yemeyip oruçluyum der, yıkanmayı da bilahare yapabilir.

553/16 (Kâne yüd'â ilâ hubziş şaîr) Kendisi o kadar mütevazi idi ki, bir arpa ekmeğine bile davet edildiği vakitte "Gelemem!" demezdi. Arpa ekmeğine de giderlerdi.

(vel ihâletis senihati) Bozulmuş ağırlaşmış, bir yağ da koysalar, onu da yememezlik etmezdi. "Bu kokmuştur, ağırlaşmıştır; yenmez!" diye reddetmezlerdi. Ona da banarlar, arpa ekmeği ile onu da yerlermiş.

Allah cümlemizi affetsin... Dünkü derste miydi, evvelki derste miydi; kendisi akşam yemeğini yediği vakitte, sabah yemeğini yemez; sabah yemeğini yediği vakitte, akşam yemeğini yemezlerdi. Yâni günde bir kere taam yetermiş bir insana... Pek işçi insan olursa, ona iki defaya müsaade vermişler. Allah bizleri affeylesin.

Sonra çok burnu büyüklük yapıyoruz. Bir yere misafir gittiğimiz vakitte --Allah eksikliğini göstermesin...-- böyle bir arpa ekmeğini koysalar; tellallık yapar, yüzüne bakacak bir hal bırakmazdık adamda... O Peygamber SAS arpa ekmeğine icabet etmişler.

Yağ da öyle, taze olur da hani, herkes sever. Fakat sıcak memleket orası... Sabah yemeğini pişirirsin; daha ocaktan çıkmadan, sıcak havada yemek ekşir. Öğle yemeğini pişirirsin; daha hemen tencereden iner inmez ekşiyiverir yemek, durmaz. Fakat öyleyken, Cenâb-ı Peygamber bunları güzelce yerlermiş.

553/17 (Kâne yed'û indel kerb) Bir zahmet, bir sıkıntı anında böyle derlermiş; (Lâ ilâhe illallahul azîmül halîm... Lâ ilâhe illallahu rabbül arşil azîm... La ilâhe illallahü rabbüs semâvâtüs seb'i ve rabbül ardi ve rabbül arşil kerîm.) Bir rahatsızlık, bir sıkıntı olduğu zaman bunu okurlarmış; Allah-u Teâlâ da sıkıntısını giderirmiş.

(Ve zâde üsarrif annî şerre fülanin) Bir de bazan insanlar tarafından rahatsızlık gelir adama... Üzülür insan... Ona karşı da, elinden bir şey gelmezse; "Yâ Rabbî, bu adamın şerrinden beni muhafaza et! Onun şerrini benden gider." derse, bu da kâfî gelir.

Buhârî'nin, Müslim'in, İbn-i Mâce'nin, İbn-i Abbas RA' dan; Taberâni'nin bu ziyâdesiyle beraber rivayetleridir.

554/1 (Kâne yedûru alâ nisâihî, fis sâatil vâhideti minel leyli ven nehâr.) Gecede yahut gündüzde, Ezvâc-i Tahirat validelerin dokuzunu da dolaşabilirmiş. Yâni peygamberlik kuvveti... Dokuz kadının bir anda hacetini görmek, başka kimse için mümkün değildir.

554/2 (Kâne yedîrül imâmete alâ re'sihî) Sarığı başında sararlarmış. (ve yüğarrizühâ min verâihî) Ucunu da arkalarına sarkıtırlarmış. (beyne ketfeyh.) İki omuzunun arasında...

554/3 (Kâne yezbehü udhiyyetehû biyedihî.) Kurbanlık koyunları kendi elleriyle keserlermiş. "Kesiver." demezlermiş.

Hattâ son yıllarında 100 tane kurban geldi. 63 tanesini kendi Mübârek, elleriyle kesti. Gerisini de Hazret-i Ali Efendimiz'e "Sen kes!" dedi. Yaşının 63 olduğuna delâlet ettiğini anlamışlar, ondan. Ona işaret diyorlar.

554/4 (Kâne yezkurullahe teâlâ alâ külli ahyâtih.) Her an için Cenâb-ı Hakk'ın zikriyle meşgul... Yâni dünya işleri de var, muharebelere gidiliyor, Eshab-ı Kiram'ın bütün ihtiyaçları var; bir çok şeyler var ama, onların hiç birisi, onun zikrine mani olmuyor.

Onun için, zikri gönle indirdikten sonra, gönül daima zikirle meşgul olur. Dünya işleri ona hiç zarar vermez. Mesela; Abdulhalıkıl Gücdevânî diye bir büyükten bahsederler. Bu zat kendisi manifaturacı, tuhafiyeci... Böyle şeyler satıyor, bez satıyor, kumaş satıyor. Günde yetmişbin kerre de "Lâ ilâhe illâllah" diyor.

Adamın birisi demiş ki; "Yahu bu adam bu işlerin arasında, o kadar tesbihi nasıl çekiyor? Gideyim şunu gözleyeyim!" demiş. Dükkânın karşısına oturmuş. Eh, arı kovanı gibi, bir taraftan cemaat geliyor, bir taraftan herkes alacağını alıp gidiyor. Onları ölçüyor veriyor, ölçüyor veriyor... Oturup da bir Allah dediğini görmüyor adam...

O anlamış adamın karşıda kendisini gözlediğini, çağırmış. "Ne o, sabahtan beri burda bekliyorsun?.." demiş. O da demiş "Efendim senin bu kadar tesbih çektiğini duydum; onu nasıl çekiyorsun diye görmeye geldim." demiş. O zaman o büyük zat; "Allah bu azaları iş yapmak için vermiş, bu dili konuşmak için vermiş, bu gönlü de kendisi için vermiş" demiş. Gönlün Halik'la, elin işlerle...

554/5 (Kâne yerâ billeyli fiz zulmeti kemâ yerâ binnehâri fid dav'.) Gündüzleri aydınlıkta, güneşin altında nasıl görüyorsa, gecenin karanlığında da aynı şekilde görürdü. Mucize-i Peygamberî... Gecenin karanlığı, onun görmesine mani olmazdı. Halbuki biz karanlıklarda hiç bir şey göremeyiz, hemen aydınlık ararız.

Hattâ Hazret-i Aişe'den rivayet edilmiş, aklıma geldi: Hazret-i Aişe iğnesini kaybetmiş, düşürmüş yere... Cenâb-ı Peygamber odaya girince, onun verdiği şavk ile iğneyi bulmuş. Sanki bir güneş... Allah cümlemizi şefaatine nail eylesin...

Haydi hep beraber bir salatü selâm getirelim:

"Allaaahümme salli alâââ, seyyidinâââ, muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... Aaalihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim." (3 defa)

554/8 (Kâne yerdifü halfehû ve yedau taâmehû alel'ard, ve yücîbü da'vetel memlûk, ve yerkebül hımâr.) Mübârek SAS, gerek kendi ehli beytiyle, gerek eshabıyla bir yere giderlerken onları öne geçirir, kendisi onların arkasında... Nasıl ki, kumandanlar arkadan ordusunu takiben giderler; böylece onların önüne geçmez, tavazuan kendisi onların arkasından giderlermiş.

Yemeklerini yere korlarmış, yerde yerlermiş. Bu gün de Arabistan'da misafir oluyoruz; onlar da sofralarını yere yayıyorlar, Yerde bize ikram ediyorlar... Biz maalesef bunu yapamıyoruz. Geçen bir derste de geçmişti. "Sofraların altına kasnak denen şeyi de koymayın!" diyor. Ama biz, "Ekmeğe hürmet, yemeğe hürmet" diyoruz, ona kendimizce bir ad takmışız. Halbuki o büyüklük alameti olan bir şey...

Bugün de onun yerine masalar çıktı. Çatalla, kaşıkla, bazan da ayakkabılarıyla buralarda oturaraktan yiyorlar ki, bu müslümanlığın şiarına yakışmaz.

Peygamber SAS, (ve yedau taâmehû alel'ard) yemeğini yere kor, orda yerdi. Deriden bir sofrası varmış mübareğin; onun üzerinde yerlermiş.

(ve yücîbu da'vetel memlûk) Kölelerin davetine de icabet edermiş. "Sen kölesin, kim oluyorsun?" demezlermiş.

Geçenki derste de geçti, kime rastgelse evvelâ selâmı Peygamber SAS ,verirlermiş. "O versin de ben alayım!" diye beklemezmiş.

Şimdi çok korkulu bir hal. Bir kimse selâm vermez küçüğüne... Küçük verecek selamı, verirse; o da alırsa, alacak. Almazsa, tenezzül etmez geçer. Onu melekler iade eder başka... Fakat, büyüklerin küçüklere selam verdiği... Küçük olup da, yâni küçük tabaka desek daha açık olacak belki... Mesela, işçi tabaka, amele tabaka, yolda gidiyorlar; bir büyük de geçiyor ordan... "Selâmün aleyküm yavrular, kolay gelsin!" diyen nadirattandır. Halbuki bunun yapılması Peygamber SAS' in sünneti. Evvela o selâm verirmiş.

Sonra o memlük olan köle... Kölenin nesi olur?... Bir şeysi olmaz. Ama o, işte bir tabak hurma bulmuştur. Yahut, yiyecek bir şey bulmuştur. "Buyurun akşama bize!" demişse, "Peki!" diyor ona da...

(ve yerkebül hımar.) Aynı zamanda merkebe de bindikleri olmuş. Merkebe binmek meselâ, büyük adamlar için ayıp olur gibi. Fakat Cenâb-ı Peygamber böyle şeyleri düşünmemiş.

554/9 (Kâne yerkebül himâr, ariyyen leyse aleyhi şey'.) Bazan merkebe, merkebin üzerinde bir şey olmadan da binmişler. Palas deriz, semer deriz; onlar olmadan da çıplak merkebe binmişler.

554/10 (Kâne yerkebül hımar, ve yahsifün na'l, ve yerkaul kamîs ve yelbisüs sûf ve yekul, men rağibe an sünnetî feleyse minnî.) Merkebe bindikleri gibi, ayakkabıların diktikleri gibi, suf elbisesi de giyerlermiş. Derlermiş ki; "Bunlar benim sünnetimdir; her kim benim sünnetime rağbet etmesze (feleyse minnî) benden değildir."

554/11 (Kâne yerkeu kablel cumuati erbaan, ve ba'dehâ erbaan) Cum'a namazını kılarlarken, cum'adan evvel 4 rekat bir sünnet namaz kılarlarmış. (ve ba'deha erbaan) Cum'adan sonra da 4 rekat sünnet kılarlarmış. (lâ yefsılü fî şey'in minhünne.) Aralarını açmamak şartıyla, bozmamak şartıyla...

554/12 (Kâne yezûrül ensâr, ve yüsellimû alâ sıbyânehüm, ve yemsehu ruûsehüm.) Ensar denilen Medine'li kardeşleri gider ziyaret eder, ve onların çocuklarına da selâm verir, ve onların başlarını da okşarlarmış. Kimin çocuğuna Resulullah'ın eli değdiği, ondaki kokudan anlaşılırmış; misk gibi kokarmış.

554/14 (Kâne yestâkü ardan) Misvak kullanırlarken böyle dikine değil de, genişlemesine misvak kullanırlarmış. (ve yeşrebü messan) Su içerlerken de emerek içerlermiş. (ve yeteneffesü selâsen) Üç kerrede, nefes alaraktan su içerlermiş. (ve yekul, hüve ehneü ve emreü ve ebreü) En iyisi de böyle olanıdır, derlermiş.

554/15 (Kâne yestecmiru bi elüvvetin gayri matarâtin ve bi kafûrin yatrahahü meal elüvveh.) Orada ûd-i hindi denilen bir ağaçla kokulanırlar ve koku kaplarının içerisinde kâfur filan karıştıraraktan, o kokuları isti'mal ederlermiş.

554/16 (Kâne yestahibbü izâ eftara en yüftıru alâ lebenin.) Koyundan sağıldığı gibi, ısınmamış sütlerle de iftar ederlermiş.

555/1 (Kâne yestahibbül cevâmia mined duâ) Dua ederlerken az kelime ile, çok manası olan duaları ederlermiş. Meselâ; (Hayred dünyâ vel âhireh) "Dünya ve ahiretin hayırlarını istiyorum." Bazen, (Rabbenâ âtinâ fid dünyâ haseneten, ve fil âhireti haseneten) "Dünyanın iyiliklerini, ahiretin de iyiliklerini senden isterim, hepsini isterim..." gibi.

Onun için duaların en kolay şekli; "Yâ Rabbî, Peygamber SAS senden neler dilediyse, ben de senden onları diler; o sana nelerden sığındıysa, ben de onlardan sana sığınırım." demesi en kestirme oluyor.

555/2 (Kâne yestahibbu en yüsâfira yevmel hamis) Perşembe günleri sefere çıkmayı severlermiş. Müstehab görürlermiş.

555/3 (Kâne yestahibbü en yekûne lehû fervetün medbûğatün yüsallî aleyhâ.) Kendileri post üzerinde namaz kılmayı severlermiş. Müstehabdır demişler.

555/4 (Kâne yestahibbüs salâte fil hîtân.) Bostanlarda namaz kılmayı da hoş görürlermiş.

555/5 (Kâne yüsta'zebü lehül mâ'ü min büyütüs sukyâ) Kendilerine su evlerinden soğuk su getirirlermiş. (yüsteka lehül mâül azbü min bi'ris sukyâ.) Hatta bunun için bazıları Medine-i Münevvere'ye iki iki günlük yol diyorlar. Bazıları da Mekke ile Medine arasındaki bir yerden bir kaynak suyudur, suyu tatlıdır diyorlar. Medine-i Münevvere'nin suyu tuzludur diyor. Tuzlu olduğu için, o zaman Rasulullah SAS Hazretleri'ne buradan su getirirlermiş; onu da severlermiş.

555/6 (Kâne yestaitu bilsimsemi ve yağsilü re'sehû bissidri.) Susam yağı sürünmeyi, burnuna çekmeyi severlermiş. Başlarını da, sidr denilen ot ile oğarlarmış ki, sabun yerine geçiyor.

555/7 (Kâne yestağfirü lissaffil mukaddemi selâsen ve lissânî merreten.) Birinci safa üç defa dua ederlermiş. İkinci safa bir kere dua ederlermiş ki, birinci safa tergîb... Orda fazilet fazla... Onun için, "Birinci safa geçmeye çalışın!" demek istiyorlar.

555/8 (Kâne yesteftihu duâehû bisübhâne rabbiyel aliyyil a'lel vehhâb.) Duaya başlarken de, "Sübhâne rabbiyel aliyyil a'lel vehhâb!" diyerek başlarlarmış.

Doğrudan doğruya "Yâ Rabbî şunu ver, Yâ Rabbî şunu isterim!" değil de, evvelâ Cenâb-ı Hakk'ı bir tesbih ediyor. Hem de, "Hediyyesi bol olan Allah'ım, seni tesbih ederim." diyerekten.

555/9 (Kâne yesteftihu ve yestensiru bi saâlikül müslimîn.) Saalik; müslümanların fukarası, malı olmayan, bir şeyi olmayan, zuafâyı fukara... "Yâ Rabbî bunlar hürmetine bana nusret eyle, bana zafer ver!" dermiş.

Çünkü onların halleri acınacak bir durumdadır. Allah bize sıkıntı göstermesin. Eshâb-ı Suffe diyorlar bunlara... Rasûlüllah'ın Şebeke-i Saadet'inin girişinde, işte bu caminin girişi kadar bir yer... Orda otururlar onlar... Yemeleri, içmeleri hiç bir şeyleri yok... Okları var, bir de yayları var ellerinde... Muharebeye hazır, hazır asker..

Fakat aynı zamanda da orda dini öğreniyorlar. Peygamber SAS'in nasihatlarını dinliyorlar ve onları ezberliyorlar. Onlar olmasalar ve ezberlemeselerdi; bugün bize hiç bir şey gelmezdi. İşte burda kitabtaki yazılar; hep onların kafalarında sakladıkları, o Mübârek Peygamber SAS'in hayatının ve sair zamanlardaki sözlerinin ezberlenmesiyle tesbit edilmiştir. Sonra da bizlere bunları --elhamdü lillâh -- miras bırakmışlardır.

Onun için Cenâb-ı Peygamber de Cenâb-ı Hak'dan yardım istediği vakitte, müslümanların fukaralarını öne katar, yâni bunların hürmetine ister. Peygamber SAS'e bir hediyye gelirse o hediyyeyi gönderir onlara... Ama bazen 100, bazen 200, bazen 300, bazen 400'e kadar olurlarmış. Gelen hediye, geleceği bir tas, velevki bir kazan olsun; bir kazan süt kaç kişiye yeter?.. Fakat onların hepsine yeter artardı. Ve onlar da ona razı olurlardı. Yarı aç, yarı tok tabirimizle.

Onun için muharebelerde Cenâb-ı Peygamber nusret istiyor Cenâb-ı Hak'dan; (bissaâlikül müslimîn) "Bu fakir müslümanların hürmetine Yâ Rab, orduma zafer ver!" diyerekten dualar ediyor.

Halbuki biz bugün, bu fukara-i müslimîni hor görmekteyiz. Fukara mı bir insan; onu hor görüyoruz. Halbuki en kabahatli biziz. Onu o hale düşüren yine biziz.

Bugün o günkü gibi de değil... Bu gün --elhamdü lillâh-- çok bolluk var. Biz bir araya gelsek, memlekette bir tane fukara kalmaz!.. Hepsine hem ev yaparız, hem de iş buluruz, hem her şey olur. Dilenecek, aç kalacak kimse kalmaz memlekette... Ama bütün kabahat, varlık sahipleri keyiflerine çekilmişler kenarlarında, bana ne deyip yatıyorlar.

555/10 (Kâne yestemtıru fî evveli matarihî) Yağmur, senenin ilk aylarında yağmaya başladığı vakitte, Mübârek SAS (yenzıü siyâbehû küllihâ illel izâr) bütün soyunurmuş, ancak peştemal kalırmış üstünde... O yağmurun sularından vücudları istifade etsin diye, yağmurun altına geçerlermiş.

Bazen de uzak yerlerde göller hasıl olurmuş. O göllere kadar gider, cemaati de götürürlermiş; orda, o suda yıkanırlarmış.

555/11 (Kâne yesletül meniyyü min siyâbihî biarkil izhir) İzhir denilen bir ot var orda, fakat şârih diyor ki, her nevi ot olur. Meni dediğimiz şey insanın üzerine bulaştığı vakitte onu, onunla siler; (sümme yüsallî fîh) sonra o elbise ile namazı kılardı.

Meni, bir rivayete göre de temiz bir maddedir. Ondan insan meydana geliyor. İnsanın meydana gelmesine sebeb olan madde pis bir madde değildir, temiz bir maddedir. Yalnız, geldiği yerin pis olması dolayısıyla o da onunla karışmış oluyor; onun için kirleniyor. Onun için onu böyle elbiseden kazıdık mıydı tamam oluyor. Ondan sonra onunla namazını kılabilir, diyor.

(ve yehuttehû min sevbihî yâbisen) Eğer o çıkan meni kuruduysa; o zaman oğalarsın dökülür. (sümme yüsallî fîh.) Yine o esvabla namazı kılardı, buyuruyorlar. Ahmed İbn-i Hanbel'in, Hazret-i Aişe'den rivayeti. Bu gibi halleri ancak ev sahipleri bilir. Hazret-i Aişe'nin rivayeti ondan ileri geliyor.

555/12 (Kâne yescüdü alâ mish.) Öyle bir palas, herkesin ayağını bastığı bir şey, yahut deriden mamül, yahut ağaç yapraklarından yapılmış hasırlar... Bazen görüyoruz herkes tarafından çiğnene çiğnene rengi filan da bozuluyor. Fakat, Cenâb-ı Peygamber onlara da secde etmiş; yâni onun üzerinde de namaz kılmışlar, bizim titizliğimize mukabil...

"Aman, basma benim seccademe!.. Aman kaldır ayağını, basıyorsun!" diyerekten, ekseriyetle görüyoruz Kâbe'de... Seccadesini yayıyor insan, başkaları da seccadesine basmasın diyerekten, seccadeyi önüne topluyor... Halbuki o adamın ayağında pislik yok ki; olsa olsa, toz oluyor. Toz da fena bir şey değil tabiatıyla... Bu titizlik tabir olunan bir hal bizde...

Cenâb-ı Peygamber bunları yaparken, "O titizliğe lüzum yok, işin iç yüzüne bakın, içinizi temizleyin!" demek istiyor.

555/13 (Kâne yüsemmel ünsâ minel hayl, feresen.) Atların dişi olan kısmına "feres" tabir ediyorlar.

555/14 (Kâne yüsemmet temrü vel leben, el'atyebân.) "Hurma ile süt; ne güzel iki tane şey!" derlermiş. Öyle yerlermiş.

555/16 (Kâne yeşeddü sulbehû bilhacer, minel ğares.) Allaah... Allaah... Mübârek, açlıklarından nâşi karınlarına taş bağlarlarmış, Peygamber Efendimiz!..

Dağlar, taşlar, altınlarını ona arz ettiler... Fakat, onların hiç birine tenezzül etmedi. "Bir gün aç kalayım, Allahıma tazarrû edeyim; bir gün doyarsam, o gün de Allahıma şükredeyim!" dedi.

Şimdi burda diyor ki (yeşeddü sulbehü bil hacer) Haceri biliyorsunuz hepiniz, taş demektir. (minel ğares.) Açlıktan karınlarına taş bağlarlarmış. Yiyecek bir şey yok.

555/17 (Kâne yuşîru fis salâh.) Namazda işaret buyururlarmış.

Bunu bir kaç şekilde izah etmişler. Mesela, Şafilerde olduğu gibi, rükudan kalkınca el kaldırıyorlar ya, o kaldırma bu işarettendir, demişler.

Bir de, namazda oturduğumuz vakitte, Ettahiyyatü'yü okurken, işaret parmağımızı şöyle kaldırıyoruz. "Eşhedü enlâ ilâhe" derken kaldırıyoruz, "illallah" da indiriyoruz. Bu da işarettir, belki bunu tarif etmek istemiştir. Namazda böyle bir işaret yaparlarmış.

555/18 (Kâne yeşrabü selasete enfâsin, yüsemmillâhe fî evvelihî ve yahmedullahe fî ahirih.) Suyu üç nefeste içerler; evvelinde "Bismillah" derler, sonunda Allah-u Teâlâ'ya hamd ederler, "Elhamdü lillah" derlerdi. "Hamd olsun ki, bu Mübârek suyla benim hararetimi giderdi, kandırdı." diyerekten...

555/19 (Kâne yusâfihun nisâe min tahtis sevb.)

Cenâb-ı Peygamber, kadınlarla musafaha etmemiş. Yalnız burda, Biatür Rıdvan denilen bir biat olunduğunu biliyoruz. Cenâb-ı Peygamber 1400 ile 1500 arasındaki bir cemaatle umre niyetiyle Mekke-i Mükerreme'ye gittiler. Fakat, Mekke'liler --kâfir, dinsiz o zaman-- dediler ki, "Biz sizi Mekke'ye sokmayız!" Hazreti Peygamber de --isimleri hatırımda yok, Hazret-i Osman da içlerinde galiba-- onlara gönderdi ki: "Biz harbe gelmedik! Kabe yi tavaf yapacağız, umre yapacağız, dönüp gideceğiz müsaade etsinler!.." Dediler: "Biz bu sene Mekke'ye girip de Kabe'yi tavaf etmenize müsaade edemeyiz." Ve Hazret-i Osman da orada kaldı.

Bunun üzerine kızdılar, Ashabı Kiram'ın hepsi... Orda bir biat ettiler, ölüm üzerine söz verdiler. "Bindörtyüzüz, azız ama, öleceğiz dönmeyeceğiz ve bunların hakkından geleceğiz!" gibilerden bir muahede yapıldı.

O muahedede kadınlar da varmış. Cenâb-ı Peygamber, bir ağaç altında --O ağacı sonra Hazret-i Ömer kestirdi.-- Ashab-ı Kiram'la biat ederlerken, kadınlar da gelmişler; "Biz de söz verelim yâ Resulüllah sana, ölümlerimiz üzerine!" demişler. Yâni, ölünceye kadar burdan ayrılmayacağız, muharebe edeceğiz... Onların ellerini böyle bir hırkanın üzerinden tutmuşlar.

Tabii, Cenâb-ı Peygamber'e kimse bir şey diyemez; o her türlü şeyden ma'sum ve mahfuzdur. Bu bize bir ders ve ibrettir ki, Allah-u Teâlâ gerek erkeğe gerek kadına bir şehvet kuvveti vermiştir. O şehvet kudretinin önüne insan gücüyle geçilemez. İnsan gücüyle bunun önüne geçmenin imkânı yok; çünkü, o tıynetini yapacak...

Onun için, şimdi bu iki ateşli kimsenin el ele tutuşmaları, kalemlerin yazamayacağı, akıllarda düşünülemeyen, bir çok hadiseleri müsbet-menfi çok güzel yazarlar. Yâni çok güzel anlaşırlar. Bu gün bunu belki biz ayıp bile sayıyoruz; elinize elini uzattığı vakitte vermezseniz, kim bilir neler diyecekler...

Birisi benim elimi öpmek istediydi bir vakit, vermeyince; "Sen Şafi misin?" dedi. Şafilik, mafilik başka bir iş, hangisinden olursa olsun; fakat, bu yaramaz bir iş... İki gönlü bir birine bağlayan bir şey var arada... O iki gönül birbirine bağlandıktan sonra, onun arasını bozmak da zor şey...

Çok dikkat etmenizi rica edeceğim. İki gün evvel bir kardeş geldi; --isimlerini söylemeğe lüzum yok-- nişanlanmışlar. Tabii gidip gelmeler mevcud bugün... Olan olmuş... Olan olduktan sonra şimdi de, "Biz kızımızı sana vermeyeceğiz!" diyorlarmış. İster verin, ister vermeyin; olan oldu!.. Neden oldu?.. Bir el sıkışmadan oldu. Elini sıkarsın, yarın da dudağını sıkarsın; olur biter iş...

Bunlardan uzak olmanın lüzûmunu, Cenâb-ı Peygamber bize bildirmek için, kadınların elini tutmadı. "Siz de tutmayın!" diyor bize... Sonra Cenâb-ı Hak da Kur'an-ı Kerim'de "Bakmayın!" diyor. Ne sen ona bak, ne o sana baksın. Bu gözlerin de ellerden daha büyük hünerleri var. Gözlerin hüneri, ellerin hünerinden daha fenadır. Ne yazılar yazar o gözler... Neler yapar o gözler...

Onun için Cenâb-ı Hak; (Ğuddû!..) "Yumun!.." diyor. "Hanım, sen de yum!.. Erkek, sen de yum!.." diyor. Bakmayın birbirinize!.. Bakarsanız; ateşler ortalığı alır gider vesselâm... Ondan sonra da işin içinden çıkılmaz bir hale gelir.

Allah cümlemizin kusurlarını affetsin... Tevfikat-ı samedaniyyesine mazhar eylesin... Peygamberimiz'in yaptıklarını yapabilmek hepimizin elimizden gelmez ama, yaptıklarını yapabilmeye Cenâb-ı Hak bize kudret versin, kuvvet versin, nusret eylesin...

Şimdi evimizde yere sofrayı kurdurup da, yere koyup da yemeye gücümüz yetmiyor. Yetiyor mu?.. Evimize hakim değiliz. Kaldır şunu, yerde yiyelim yahu!.. "Yok efendi olur mu öyle?" diyorlar. Misafir geliyor. Misafir efendi sen de burda ye!.. "Yok yahu; hani çatal, hani kaşık? Hani sofrası, peçetesi, tabağı, çatalı?" Allah affetsin kusurlarımızı..

Bizim dedelerimizden görenek olarak gelen an'anelerimize, hep Avrupa'dan gelen an'aneler galip gelmiştir. Onlar oturmuş yerine... Dedelerimizinki kaybolmuş, yerine bunlar gelmiş. En evvela donumuz gitmiş elimizden. Don diyorduk hepimiz, bu gün ne diyoruz?.. Kilot diyoruz. Kilot nerden gelmiş yahu?... Atlet diyoruz, bizim gömlekti işte bunun adı; hop, oldu atlet... Niçin?.. Gâvur ismi daha hoşumuza gitti. Halbuki bunlar incelenince çok abes bir şey...

Geçen gün bizim misafirler vardı. Birisi dedi ki biz taklitçi değiliz dedi. "İyi bilin, biz Türkler taklitçi değiliz!" dedi. Ben de sesimi çıkaramadım ama, bütün harekâtımız hep taklitten ibaret!.. Hepsi taklit...

Yalnız bir taklidimiz eksik, gâvurların yaptığı alâtü edevatı yapmakta tembeliz. Onları yapmayı istemiyoruz. "Hazır gelsin onlar, alalım!" diyoruz. Halbuki, asıl taklid edilecek şey odur. Topunu yap, tankını yap, teyyareni yap; ondan sonra ne yaparsan yap!.. Bugün bunların hepsini gâvurdan beklerken, olur mu bu iş?.. Allah kusurlarımızı affetsin...

Her zaman tekrarlıyorum: Cenâb-ı Peygamber bize "Nafile namazların başında 'Kul yâ eyyühel kafirune'yi okuyun!" demiş, birinci rekatta... "İkinci rekatta da 'Kul hüvallahu'yu okuyun!" demiş. Neden Kur'an'da bir sürü ayetler varken, onları demedi de hep 'Kul yâ eyyühel kafirüne'yi okuyun diyor?.. Gâvurları öğrenmek lâzım, gâvur kimdir? Ama Allah şimdi bizi affetsin... Gâvurluk çok kolaylaştı mı desek acaba!..

Şimdi namaz meselesi geldiği için, yukarıda Cenâb-ı Peygamber'in, namazları öğleden evvel şöyle kılardı, ikindiden sonra böyle kılardı filan geçti ilerde de.. Bu namaz... İslamın şartı kaç?.. Beş. Birisi kelime-i şehadet, ikincisi namaz, oruç, hac, zekat... Bunlara farz mı derler... Bu farzların birini inkâr etse müslüman olur mu dersiniz?.. "Bunu istemiyorum, bu olmasın!" diyor; namazı istemiyor, inanmıyor namaza... Namaza inanmıyan müslüman olur mu?.. Oruca inanmıyan müslüman olur mu?.. İki tabir var burda: İnanıp yapmamak; bir de inanmamak var. İnanıp yapmazsa fasık diyorlar. İnanıyor, yapamıyor; bazı kılıyor, bazı kılmıyor. fasık olur. Fakat inanmıyorsa, İslâm onu kabul etmiyor.

Bugün inanmayanların sayısını bir istatistik yapsalar, sayım yapsalar "Yahu, sen bunlara inanıyor musun, inanmıyor musun?" diye bir sorsalar da, kaç tane inanan var, kaç tane inanmayan var bir belli olsa... Herkes ölünce musalla taşına getiriyorlar; filân bey öldü... Kendisi de karşıdan seyre bakıyor. Sonra biz de onun namazını kılıyoruz. Bize ne?.. Allah bilir işini... Sen ister kıl, ister kılma!. İnananın yeri cennet, inanmayanın yeri cehennem... Allah bizi affetsin... İnananlar zümresinden etsin cümlemizi... Ve Peygamber SAS'in hayatına kendisini uydurmağa çalışan kullarından etsin...

Bazan böyle, arpa ekmeğiyle de olsa yetinsek; yahut, oruç tutup da, "Bu akşam da iftar etmeyelim bakalım!" deyiversek... Ertesi sabah da "Bu sabah da yemeyiverelim de oruca öyle niyet edelim!" deyiversek.

Hazret-i Ali Efendimiz'in hikâyesi ne kadar güzel: Hazret-i Hasan'la Hazret-i Hüseyin hasta olmuşlar. Demiş ki "Yâ Râb, şifa verirsen sana üç gün oruç tutacağım." Cenâb-ı Hak şifayı vermiş... Verince o gün oruca niyet etmişler. Akşam üstü kapı çalınmış; tak, tak.. Ne o?.. Sail... "Yâ Fâtıma, ne yapalım?.." "Ne yapalım efendi, biz sabrederiz; yine oruca niyet ederiz. Bunları verelim o gelene..." Veriveriyorlar. Ertesi gün yine iftar edecekler.. İftar zamanı birisi geliyor, yine ona veriyorlar. Ertesi gün tam iftar edecekler... Yine birisi geliyor...

Hazret-i Ali de dar gelirli. Ancak o günün nafakası varsa, bir şey kazanabildiyse yiyecek... Kazancı da değil; onu da ödünç almış.. Hazret-i Ali Efendimiz o akşam yiyecekleri nafakayı ödünç almış; bu akşam oruçluyuz demiş birisinden ödünç almış getirmiş. Yiyecekleri sırada adam geliyor. Buyurun diyorlar veriyorlar.

Bu meziyyet-i İslamiyyeyi ne yapalım bilmem?.. (Müezzin efendi: "Biz olsak kapıdan kovarız." dedi.) Kapıdan değil, bacadan da kovarız...

Sübhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yesifûn... Ve selâmün alel mürselîn... Vel hamdü lillâhi rabbil alemîn...

El-Fâtiha!..

http://www.lovepowerman.net/
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası  »  S İ Y E R - İ N E B İ
 »  İskenderpaşa Camii Râmûzül Ehâdîs Dersi Sayfa: 552/8-

Forum Ana Sayfası

Forum Yazılımı:   php Kolay Forum (phpKF)  ©  2007 - 2010   phpKF Ekibi

Love Power Man

 RSS Beslemesini Görmek için Tıklayın   RSS Beslemesini Google Sayfama Ekle   RSS Beslemesini Yahoo Sayfama Ekle