Allah-u Teala’ya Hakkıyla Nasıl Şükredebiliriz?
Baktığımızda gerçekten bizi besleyen, bizi büyüten Allah. An be an vücudumuzdaki bütün faaliyetleri devam ettiren O. Her şeyi idrak ediyoruz; aklen, fikren, mantîken. Kalbimiz, ruhumuz tatmin oluyor. Bütün mevcudâtı inceliyoruz. Evet, bu şuursuz atomlar bize bu işleri yapamaz, öyleyse bizi ısıtan Rabbimiz. Bize elmayı şekillendiren Rabbimiz. Bizi, annemizi yaratan Rabbimiz. Bize annemizin şefkatini veren Rabbimiz.. deyince öyleyse böyle bir Yaratıcıya karşı bizim gibi aciz insanlar nasıl şükredebilir, o şükür de nasıl o nimetlerin karşılığı olabilir diye insanın aklına gelir ya. İşte öyle bir soru gelmiş:
“Şu küllî, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim (karşılık verebilirim)?”
Sonsuz nimet.. Peki sonsuz nimete karşı nasıl teşekkür edeceğiz? Nasıl ona karşılık olarak biz bu vazifeyi yerine getireceğiz? Çünkü bir mahcubiyetimiz var, bizim elimizde avucumuzda hiçbir şeyimiz yok. Rabbimiz bize nimete gömmüş, her yer nimet, kendi vücudumuz bile nimet. Konuşabilmek bile nimet. Nimetin içinde olduğumuzu idrak edebilmek bile nimetken hiçbir şeyi olmayan aciz insanlar olarak nasıl teşekkür edeceğiz? Nasıl karşılık vereceğiz? İşte Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’dan, Peygamberimizin hadis-i şeriflerinden bunu da çıkarmış, bu asrın insanına, yani Allah’ı hakkıyla tanımaya başlamış insanlara şu cevabı veriyor:
Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. (Bakıyor içeriye. Padişahın çevresinde herkesin farklı farklı getirdiği çok değerli hediyeler var. Kendisine bakıyor, beş kuruşluk bir hediye. Hiçbir anlam ifade etmez, büyük bir mahcubiyet hisseder.) Onun kalbine gelir:
“Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” (Ama gücüm yok, kudretim yok, hiçbir zenginliğim yok ki onların getirdiği kadar bir hediyeyi sana takdim edeyim.)
İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin (halkının) derece-i sadakat (padişaha bağlılığını) ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah (yani padişahın o hediyelere ihtiyacı yok, sadece halkı ona sadık mı hürmet ediyor mu bunu anlamak istiyor), o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.
Normal şartlarda padişahın yerine kendinizi koyun. Öyle hakikaten hiçbir gücü, zenginliği olmayan bir fakir insan size gelse dese ki aynı şekilde; “Kusura bakma padişahım. Gerçekten param yok. Olsa sana samimiyetle söylüyorum ki bütün bu getirilen hediyelerin bir mislini ben verirdim. Ama sen beni benden iyi biliyorsun. Gerçekten hiçbir şeyim yok.” Elbette onu en büyük hediye gibi kabul edersiniz değil mi? Çünkü ihtiyacınız yok. Niyet çok önemli, yani gerçekten o duygulara sahip mi? Bu misalden hakikate geçelim. Biz de Rabbimizin huzurundayız. O’na itaat eden, O’na hiçbir şekilde isyan etmeden itaat eden melekleri biliyoruz değil mi? Peki onlar kadar ibadet yapabiliyor muyuz? Yapamıyoruz.. Onlar an be an, her bir saniye Cenab-ı Hakk’a şükrediyor, hamd ediyor, secde ediyor, rükû ediyor, kıyamda duruyor. İnsan ise ancak beş vakitte bir yapabiliyor. Yani Rabbimize böyle her an bir ibadet şuurunda değiliz. Yapamıyoruz, elimizden de gelmiyor. Peki ne yapacağız?
Aynen öyle de, âciz bir abd (kul), namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der.
Her namazda söylüyoruz değil mi? Bakın “Ettahiyyâtü lillâh”.. Ne demek ki acaba?
Yani, “Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.”
Burada hatırlayalım. Başta söylediklerimizle Cenab-ı Hakk’ın bize verdiği nimetin şuuruna vardık. Namazla O’nun huzuruna çıktık. Ve namazda o şuurla “Allah-u ekber” deyip onun büyüklüğünü ilan ettik. Ve artık o nimetin şuurunda olan bir kulluk ile o namaza oturduk ve tahiyyatta o şuura geldiğimiz için şunu dedik: “Ettahiyyâtü lillâh”.. ‘Ya Rabbim! Ben Senin huzuruna geldim. Görüyorum ki, Senin etrafında Sana ibadet eden sayısız melek var. Benim hediyem ise onlarınkinin yanında bir hiçtir. Ama Ya Rabbim, Sen benim kalbimi biliyorsun, niyetimi biliyorsun, içimden geçenleri biliyorsun, aczimi de biliyorsun. Ben de bütün bu meleklerin, cinlerin, hayvanatın, cemadatın… bütün bunların lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile Sana karşı yapmış oldukları ibadetleri, manevi hediyeleri, kendi namıma Sana takdim ediyorum. Ya Rabbim Sen kabul et.’ anlamına geliyor “Ettahiyyâtü lillâh”.
İşte onu niye namazda söylememizi istiyormuş.. Bu kadar büyük nimete hakkıyla teşekkür edebilmeyi sağlamak için. Yani “Ettahiyyâtü lillâh”.. bunu okutturması bile büyük bir nimet.
İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.
Yani bütün mevcudatı içine alan çok büyük şükürdür. Yani namaz kılmayan bir insan “Ettahiyyâtü lillâh”ı okumadığından dolayı Rabbinin nimetlerine karşı asla şükrünü yerine getirmiş olamıyor. İçimizde varsa namaz kılmayan, bugün namaz kılmadığı son gün olsun inşâallah.
kaynak :
http://mektebisuffa.com/