phpKF - php Kolay Forum  
Ana Sayfa  |  Yardım  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
Forumunuz Hayırlı olsun yenilendi

Resim Ekleme

Bu Sayfadaki Bilgiler 04/05/2007 tarihli ve 5651 sayılı
Bu Sayfadaki Bilgiler 04/05/2007 tarihli ve 5651 sayılı "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun" Uyarınca Gerekli Durumlarda İletişim Sağlanabilmesi İçin Eklenmiştir. Lütfen Gerekli Durumlarda Kullanınız... İbrahim uzun Esatpaşa mah 3.demiryollu 1201.sk no:28 menemen/izmir/Türkiye email :Uzun_70@hotmail.com
Forum Ana Sayfası  »  Tarih
 »  Suikastler Tarihi-1

Yeni Başlık  Cevap Yaz
Suikastler Tarihi-1           (gösterim sayısı: 901)
Yazan Konu içeriği

boşluk

lovepowerman
[lovepowerman]
lovepowerman

Kullanıcı Resmi

Kayıt Tarihi: 13.09.2010
İleti Sayısı: 2.589
Şehir: İzmir
Durum: Forumda Değil

E-Posta Gönder
Web Adresi
Özel ileti Gönder

Konu Tarihi: 10.10.2010- 14:42
Alıntı yaparak cevapla  


Suikastler Tarihi-1

İzmir Suikastı Davası
Haziran 1926, İzmir
Giritli Motorcu Şevki'nin 15 Haziran 1926 günü İzmir Valiliğine yaptığı bir ihbarla ortaya çıkarılan Mustafa Kemal'e suikast olayının yeni kurulan cumhuriyette bir iktidar savaşı olduğu bellidir. İktidarı elinde bulunduran kadro kendisine rakip olarak gördüğü bir diğer kadroyu tasfiye etmek için bu olayı kullanmıştır. Dolayısıyla bu tuhaf davanın sanıkları durumuna sokulan ünlü şahsiyetlerin, milli mücadelenin önde gelen paşalarının başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir!
Sonuçta çoğu İttihatçı olan 18 kişi idam edilirken Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü dışında milli mücadeleyi yürüten askeri liderlerin hemen tümü şaibeli hale getirilmiştir. Hukuksal olarak nasıl bir skandal veya fiyaskonun cereyan ettiği ise olayın üzerinden sekiz ay geçtikten sonra bizzat Mustafa Kemal tarafından itiraf edilecektir.
Şevki'nin ihbarı sonucunda 15 Haziran akşamı İzmir'de ve İstanbul'da yapılan tutuklamalarla yakalanan Ziya Hurşit, Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf, Laz İsmail gibi kişilerin verdiği ifadelerin yanı sıra yakalanan silahlar ve bazı diğer kanıtlardan Mustafa Kemal'in İzmir'i ziyareti sırasında Kemeraltı'nda bir suikast teşebbüsü olacağı söylenebilir.
Ama Enver Paşa'nın adamı olarak bilinen Hacı Sami ve İttihat ve Terakki'nin Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularından Kuşçubaşı Eşref'den yurtdışında bulunan Çerkez Ethem'e kadar birçok kişiyle bağlantısı olduğu ileri sürülen olayın karanlıkta kalan yanları açığa çıkarılan yanlarından daha fazladır.
Tabii bütün bu kargaşa içinde asıl önemli olan tam bir yıl önce, Haziran 1925'te kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nda yer alan paşaların olaya dahil edilmeleri ve tutuklanarak idam talebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmalarıdır. Çok değil, daha birkaç yıl önce gerçekleştirilen milli mücadelenin kahramanları birdenbire cumhurbaşkanına suikast düzenlemeye kalkışacak kadar iktidar hırsından gözleri bir şeyi görmeyen caniler haline gelivereceklerdir!
Kasım 1924'de Kazım Karabekir'in başkanlığında kurulan ve Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Mersinli Cemal Paşa gibi ünlü komutanların da yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Haziran 1925'te hükümetin aldığı bir kararla kapatılmıştı. Ama İttihat ve Terakki'nin nasıl bir örgüt olduğunu iyi bilen Mustafa Kemal Paşa açısından bu defter tam anlamıyla kapanmamıştı.
İktidar savaşı şu veya bu şekilde devam edecekti. Bu duruma hazırlıklı olmak ve gerektiğinde hiç tereddütsüz ve acımasız bir şekilde hareket etmek zorunluydu. İşte İzmir suikastı davası bu bağlamda bir anlam taşımaktadır.
Mustafa Kemal'e yönelik bir suikast hazırlığından haberi olan hükümetin olayı denetimi altında tuttuğu ve suikastçıların içine de kendi adamı olan emekli jandarma yüzbaşısı Sarı Efe Edip'i soktuğu mahkeme sırasında paşalar tarafından ileri sürüldü. Ama üzerine gidilemediği için kanıtlanamadı. Ancak olayın bu çerçevede geliştiğini gösteren çeşitli işaretler vardır.
İzmir'de yakalanan tetikçilerin ardından İstanbul'da Bristol Oteli'nde yakalanan Sarı Efe Edip İstanbul Polis Müdürü Ekrem Bey'e verdiği ifadede suikastın, "Terakkiperver Fırkası Umumi Heyeti tarafından kararlaştırıldığını" söyleyince, İzmir'de bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Ankara'daki Başbakan İsmet Paşa'ya bütün Terakkiperver paşalarının, yani Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa'nın tutuklanmasını ve yargılanmak üzere İzmir İstiklal Mahkemesine gönderilmesini isteyecektir. (Rauf Orbay o sırada yurtdışında olduğu için daha sonra gıyabında Ankara'da yargılanacak ve 10 yıl hapis cezasına çarptırılacaktır.)
Ancak İsmet Paşa durumdan çok emin değildir ve ortada ciddi bir kanıt olmadan, hepsi de mebus olan ve milli mücadelenin önderliğini yapmış bu şahsiyetlerin tutuklanmasının bir skandal olacağını düşünmektedir. Nitekim Kazım Karabekir 18 Haziranda tutuklanmış ama Başbakan İsmet Paşa'nın müdahalesiyle hemen serbest bırakılmıştır. İçişleri Bakanı Recep Peker bu durumu bir telgrafla Mustafa Kemal'e ihbar edecek ve bunun üzerine İzmir İstiklal Mahkemesinin Başbakan İsmet Paşa için de tutuklama kararı çıkardığı söylenecektir ama bu da kanıtlanmış değildir.
İzmir ve Ankara arasında karşılıklı telgraflarla durum açıklığa kavuşamayıp İsmet Paşa yeterince ikna olmayınca kalkar İzmir'e gider. Orada Mustafa Kemal ve mahkeme heyetiyle yüz yüze yaptığı görüşmeler sonucunda ikna edilecek ve böylece paşaların hepsi tutuklanarak İzmir'e gönderileceklerdir.
Elbette bütün ülke ve dünya şaşkın bir şekilde olayı izlemektedir ve sadece bir kişinin, sanık paşaların "hükümet ajanı" olduğunu, örtülü ödenekten para aldığını söyledikleri birinin verdiği saçma bir ifade nedeniyle tutuklanmışlardır. Saçma, çünkü cumhurbaşkanına suikast düzenlenmesi gibi bir eylemin kapatılmış bir partinin "umumi heyeti" tarafından kararlaştırılması aklın alacağı bir iş değildir.
Sonuçta İzmir'de Elhamra Sineması salonunda yapılan İstiklal Mahkemesi duruşmalarında celladın ipini boyunlarında hisseden paşalar mümkün olduğunca durumu açıklığa kavuşturmaya çalışırlar. İp boyunlarındadır, çünkü İstiklal Mahkemeleri neredeyse önüne gelene idam cezası vermekle ünlüdür. Bu kadar uydurma bir gerekçeyle tutuklanıp mahkemeye çıkarıldıklarına göre aynı şekilde idam cezasına çarptırılmaları ve hemen infaz edilmeleri işten bile değildir.

Mahkeme çok hızlı bir şekilde çalışarak davayı en kısa sürede sonuçlandırmak istemektedir. Gerek Kazım Karabekir, gerekse Ali Fuat Cebesoy, Sarı Efe Edip'in Meclis Başkanı Kazım Paşa'nın yakını olduğunu, hatta Ankara'ya geldiğinde onun evinde kaldığını, bu tertibin içine hükümet tarafından ajan olarak sokulduğunu anlatırlar ve kendilerinin olayla bir ilgilerinin olmadığını belirtirler.

13 Temmuzda Kel Ali başkanlığındaki mahkeme kararını açıkladığında verdiği 13 idam cezası arasında tetikçilerin yanı sıra suikastın örgütleyicileri olarak adı geçen İzmit mebusu Şükrü, Rüştü Paşa, Eskişehir mebusu ve Mustafa Kemal'in çocukluk arkadaşı Miralay Arif, Saruhan mebusu Abidin, Sivas mebusu Halis Turgut gibi isimler de vardır, ancak Terakkiperver paşalar beraat etmişlerdir.

Mahkeme Terakkiperver Fırka içinde gizli bir örgütün Cumhurbaşkanım öldürerek yönetime el koymak istediği kararına varmıştır, ancak paşaların bununla ilişkisi kurulamamıştır.

Sarı Efe Edip de beklemediği idam cezası karşısında şaşıracak ve "Bu kararda benim hizmetim nazara alınmadı" diyecektir ama mahkeme başkanı Kel Ali tarafından "Hizmetiniz elbette nazara alınacaktır" diye susturulacaktır. Ali Fuat Paşa hatıralarında, Sarı Efe Edip'in hükümet ajanı olmasına rağmen idam edilişini "Bu hizmet esnasında yanlış bir hareketine yahut başka bir sebebe bağlıdır" diye yazacaktır.

Sonuçta paşalar boyunlarını cellatın ipinden kurtaracaklar ama siyasi hayatları da bitmiş olacaktır. Hukuki olarak ortada ciddi hiçbir şey yoktur, ama beraat etmiş de olsalar Mustafa Kemal'e suikast davasından yargılanmış olmaları siyasette artık bir rol üstlenememeleri için yeterlidir. Nitekim bazıları ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasetle ilgilenecekler ve mebus olabileceklerdir.

Bu davadan sekiz ay kadar sonra, Mart 1927'de bir akşam Çankaya'daki sofrasında ağırladığı çocukluk arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a Mustafa Kemal itirafta bulunup, şöyle diyecektir: "Paşaları senin hatırın için affettirdim." Harbiye'den atılmaktan Ali Fuat'ın babası İsmail Paşa sayesinde kurtulan Mustafa Kemal bu sözlerinde herhalde samimidir ama aslında bu sözler aynı zamanda büyük bir fiyaskonun da itirafı değil midir?

Mustafa Kemal milli mücadelede omuz omuza savaştığı paşaları affettirmiştir ama onlar Mustafa Kemal'i affetmemiş, hatta Mustafa Kemal'in çağrısına ve çabalarına rağmen bazıları bir daha ölünceye kadar kendisiyle görüşmemiştir...
II. Aleksandr Suikastı
Akşam yemeği için sofrayı son defa gözden geçiren saray teşrifatçısı kapıda görünmüş ve tam:
"Haşmetmeab!.." diye söze başladığı sırada, birden korkunç bir patlama duyulmuştu. Sarayın yemek salonu bu patlama sonunda çökmüş, 11 askerin ölümüne 40 askerin de yaralanmasına yol açmıştı.
Bomba yemek salonuna gizlice yerleştirilmişti. Fakat, istenilen zamanda patlatılmamış, daha doğrusu, Rus Çarı II. Aleksandr bir yakınıyla konuşmaya daldığından biraz gecikmiş ve bu gecikme de onun hayatını kurtarmıştı.
Başsavcı'nın sıkı kovuşturması sonucu, suikastı Stefan Kalturin adındaki marangozun düzenlediği anlaşıldı. Marangoz, Çar'ın yemek masasının altına yirmi kilo patlayıcı madde yerleştirmiş ve II. Aleksandr’ın yemek salonuna geleceği sırada fitili ateşleyip kaçmıştı. Bu Çar'a yapılan ne ilk ne de son suikasttı.
Zincirleme suikastları doğuran olay, 1876 yılında Petersburg'daki kışlık sarayın tam karşısındaki Piyer ve Pol kalesinde geçti. Bu tarihte kale siyasi mahkûmlarla ağız ağıza dolmuştu. Bagolyubov adlı genç öğrenci de bu mahkûmlardan biriydi. Genç, bir gün hücresine ***ürülürken, Petersburg Polis Şefi General Trepov'la karşılaşmıştı. Trepov, Bagolyubov'a şapkasını çıkartmasını söyledi. Fakat Bagolyubov bu emre uyacağı yerde, şapkasını başına daha da sıkı olarak geçirdi. Onun bu davranışına kızan Petersburg Polis Şefi, dayak cezasının kaldırılmış olmasına rağmen, öğrenciye yüz kamçı attırdı. Bu hem öteki suçluların, hem de serbest bulunan Çar aleyhtarlarının arasında büyük bir kızgınlık yarattı.
Bu kızgınlığı en çok duyanlardan biri de, Vera İvanovna Zasuliç adında bir kadındı. Bagolyubov'un öcünü almaya karar veren Zasuliç, bir gün Polis Şefi Trepov'un odasına bir iş bahanesiyle girmiş ve cebinden çıkardığı tabancayla onu kanlar içinde yere sermişti. Trepov'u ağır yaralayan Zasuliç, elinden tabancayı yere atarak polislerin gelip kendisini tutuklamalarını büyük bir soğukkanlılık içinde beklemişti.
Suikast, Çar aleyhtarı çevrelerde büyük şaşkınlık yarattı ama, asıl şaşkınlık Vera Zasuliç'in yargılanması sonucu mahkemeden beraat etmesiyle meydana geldi. Bu, beraat, Çarlık Hükümeti çevrelerini öfkeden çılgına döndürmüştü. Polisler, Vera Zasuliç'i mahkeme salonundan çıkarken yeniden tutuklamak istediler. Fakat kapıda bekleyen atlı bir araba kadını onların bulamayacağı güvenlikli bir yere kaçırdı. Vera bir anda Rusya'da acı çeken halkın kahramanı haline gelmişti, ülkede serbestçe dolaşması artık imkânsız hale geldiğinden İsviçre’ye kaçtı.
Vera'nın yargılandığı günlerde, Piyer ve Pol kalesinde bulunan 193 ihtilâlcinin de duruşması vardı. Mahkûmların arasında pek çok da kadın bulunmaktaydı. Bunlardan biri de beş yıldır yargılanmasını bekleyen ve daha sonraları "Devrim'in Büyükannesi" adı verilecek olan Kievli Katerin Breşkovskaya'ydı. Her zaman Breşkovskaya'nın yanında bulunan ve davranışlarından iyi bir aileden geldiği anlaşılan kızıl saçlı bir genç kız dikkatleri üzerine çekiyordu. Sofia Prevskaya adındaki bu kız, Petersburg Valisinin öz kızı ve Eğitim Bakanı'nın yeğeniydi. Babasının zalimliği genç kızı halkın yanına itmişti. Sofia Prevskaya birkaç yıl sonra serbest bırakılacak ve Çar II. Aleksandr'a sayısız ve başarısız suikastlardan birini düzenleyecekti.
Vera'nın beraat etmesinden sonra suikast olayları daha da artmış, bütün Rusya'ya yayılmıştı. 21 şubat 1879'da Prens Kropotkin öldürüldü. Yine aynı günlerde Petersburg'da General Mezentçev bir tedhişçi tarafından vuruldu. Suikastçı bir atla kaçmayı başardı. 23 mart 1879'da General Deretlen de başka bir tedhişçinin saldırısına uğradı.
Tedhişçiler hükümet ileri gelenlerinden sonra, kendilerine hedef olarak Çar II. Aleksandr'ı seçmişlerdi. 14 Nisan 1879 tarihinde Car'a ilk suikast yapıldı. Bir gezinti sırasında, Soloviev adındaki suikastçı, Çar'a beş el ateş ettiyse de tutturamadı ve yakalanarak idam edildi, ikinci suikast 1 Aralık 1879'da, o sıralarda serbest bırakılmış olan Sofia Prevskaya'nın başkanı bulunduğu bir grup tarafından Kırım'da Çar'ın geçeceği tren yoluna bomba konularak yapıldı. Bomba patlayınca birçok vagon devrilmiş fakat II. Aleksandr bir önceki trenle geçtiğinden bu suikast da sonuçsuz kalmıştı.
Suikastçıların inatla kendisini öldürmeye, çalıştıklarını en sonunda anlayabilen Çar, canını kurtarmak için bir Millet Meclisinin kurulmasını kabul etmek zorunda kaldı., Halkın devlet işlerine karışmasını sağlayacak olan bu kararı Çar II. Aleksandr 1 Mart 1881'de imzalamıştı. Ertesi gün yayınlanarak halka yeni bir düzenin kurulduğu bildirilecekti. Fakat Çar çok geç kalmıştı. Bu kararı grandüklerine ve bakanlarına haber verdikten sonra askeri bir törene gitti.
Dönüşte, Katerina kının yanından geçerken. Çar'ın kapalı arabasına, onun aldığı karardan haberleri olmayan suikastçılar tarafından havluya sarılmış bir bomba atıldı. Patlayan bomba birkaç muhafızını öldürdü, kendisine bir şey olmadı. II. Aleksandr arabadan çıkarak, kanlar içinde yatan, muhafızlarının yanına gitmişti. Arabacısının:
"Durmayalım Çar Hazretleri! Tehlike henüz geçmedi, hemen saraya gidelim!.." demesine aldırmıyordu bile.
Birkaç saniye sonra, II. Aleksandr'ın ayakları dibinde patlayan ikinci bomba, ara******n ne kadar haklı olduğunu göstermişti!..
Şimdiye kadar birçok suikasttan kurtulan II. Aleksandr, bu sefer ölüm derecesinde yaralanmıştı. Aceleyle saraya ***ürülüp çalışma odasındaki divana yatırıldığında gözleri kapanmıştı. Bir ayağı kopmuş, öteki de parçalanmıştı. Üç doktor başucunda ellerinden geleni yaptılar ama II. Aleksandr'ı ölümden döndüremediler. Bir saat kadar sonra doktorlar, yandaki odada bekleyen çember sakallı ve son derece iriyarı Veliaht III. Aleksandr'a babasının artık hayatta olmadığını bildiriyorlardı.
II. Abdülhamit Suikastı
1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi, Abdülhamit’in yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti.
Padişah II. Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş, arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor, canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan, yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II. Abdülhamit..
Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları, II. Abdülhamit’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :
"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem, Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra, sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:
"Arabamı çekiniz, burayı kordon altına alınız, sorumluları tutuklayınız!.." Bu sırada, muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce, töreni yöneten subaya :
"Selâm emrini verdir, ne duruyorsun!." diye bağırmıştı. Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince, cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit, âdeti olmadığı halde ayakta durmuş, dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı.
Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.
Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.
Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka, Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.
Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra, Galata KöPage Rankingüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.
Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi, Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor, muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.
İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba, bir araya getirildikten sonra, Şişli dışında denenmiş, amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş, arabaya koşulacak atlar da, o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç, Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton, Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış, Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.
Abdülhamit, caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Cehennem Makinesini çalıştırarak, bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah, kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca, süre dolmuş, Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama, tam 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca, 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.
Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği yüznumarada, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.
Abdülhamit, Edvard Jorris'i bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris, daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir.
Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :
"Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"
Hz. Ömer Suikastı
Bizans İmparatoru Heraclius (Ermeni asıllı ve Heraclius Hanedanının kurucusu olan I. Heraclius; 610-641 yıllan arasında Bizans imparatorluğu tahtında oturmuştur.) yüz çizgileri gerilmiş, sinirden titriyor, karşısında süklüm püklüm duran Prens Tomas'a bağırıyordu:
"Anlamıyorum Tomas, ne oluyor?.. Urfa, İskenderun ve Antakya'yı verdik, fakat bu da yetmedi. Şimdi de Suriye elden gidiyor!.. Senden en küçük bir başarı ve karşı koyma haberi yok. Şam kalesi bile düştü düşecek!.. Şimdi de sıra Kudüs'e mi geldi?.. Bütün bu yenilgilerinizin gerçek nedenlerini anlayamıyorum."
Prens Tomas, üzgünlüğünü belirten bir sesle imparatora şöyle karşılık verdi:
"Haklısınız efendimiz... Ama son bir kozum daha var. Eğer izin verirseniz bunu da denemek istiyorum... Belki de bu davranışımı iyi karşılamayacaksınız. Çünkü planımın içinde Kutsal Kitapların da rolü olacak..."
İmparator Heraclius:
"Söyleyin bakalım Prens Tomas.. Oyununuzu ben de merak ettim" dedi.
Prens Tomas, savaşta uygulayacağı planını anlatmaya başladı:
"Ellerine kutsal kitapları almış rahipleri, askerlerimin önünde yürüteceğim. İslâm kuvvetleriyle hiç cenge çıkmamış ve maneviyatları bozulmamış genç kumandanları da savaşa sürdüreceğim."
İmparator elini Prens Tomas'ın omzuna koydu ve bu savaş planını beğendiğini belirterek:
"Güzel... güzel... Sonucunda başarı elde edilebilecek bir düşünce bu. Niçin bunu daha önce uygulama yoluna gitmedin?.. Tanrı yardımcın olsun."
Ne var ki, bu gülünç savaş oyunu gerekli sonucu sağlamamış, Hıristiyanlık dünyasının kutsal şehri Kudüs de, her an İslâm ordularının eline düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. (Tarihler, Kudüs'ü kuşatan İslâm ordularının komutanı konusunda değişik adlar ileri sürmektedirler. Değişik kaynaklar, Halid bin Velid, Amr Ibnül As, Ubu Ubeyde ve Halid bin Sabit'i Kudüs'ü kuşatan birliklerin başında gösterirler. Bu karışıklığın, Kudüs'ün savaş yapmadan ele geçirilmesinden doğduğu ileri sürülebilir.)
Kudüs halkının tek umudu. Patrik Sofronius'a bağlanmıştı. Onun çevresinde toplanmış, çıkar yolun ne olduğu konusunda kendisinden bilgi istiyorlardı. Sofronius'a:
"Muhterem Patrik Hazretleri, biz kutsal dinimizin başkentini vermek istemiyoruz. Bunun için elimizden gelen son çarede birleştik. Bu kutsal kenti teslim etmektense, düşmanla çarpışa çarpışa Kudüs'ü yerle bir eder ve İslâm ordularına bir yıkıntı halinde bırakırız... Sizin bu konudaki düşüncenizi öğrenmek istiyoruz." dediler.
Patrik, kendilerine şu karşılığı verdi: "Ben, sizden çok ayrı düşünmekteyim. Bana bu gücü veren de, elimde Halife'nin kendi eliyle yazdığı ahitnamenin (Anlaşma şartlarını kapsayan belge ya da resmi kâğıt) bulunmasıdır. Bu bana güven veriyor. Halife, bu ahitnamede cana, mala ve ırza dokunmayacağına dair, Tanrı katında yemin etmektedir. Hem de, dini inanışlarımıza ve kiliseye gitmemize engel olmayacağını da bildirmektedir.."
Uzun görüşme ve tartışmalar sonunda, Patrik Sofronius'un da etkisiyle, Kudüs halkı şu karara vardı; Halife Hz. Ömer gelirse, şehri ona teslim edeceklerdi.
Halife Hz. Ömer, Kudüs'ü teslim almak üzere Medine'den yola çıkmıştı. Develere binmiş bedeviler de arkası sıra geliyorlardı. Geçtikleri yol üzerindeki köy, kasaba ve kent halkları, Halife'ye büyük sevgi gösterilerinde bulunuyorlardı.
Yol boyunca karşılamaya çıkanlar, gelecek Halife birliklerinin göz kamaştırıcı ve olağanüstü görünümlerini düşlerken, giyim ve kuşamları birbirine benzeyen iki kişinin, yanlarındaki bir deveyle önlerinden geçtiklerini gördüler. Yoksul görünüşlü bu iki kişi, deveye nöbetleşe binerek yol alıyorlardı.
Yol boyunca birikenler, bu yoksul kılıklı iki kişinin kimliklerini öğrendiklerinde, şaşırıp kaldılar. Çünkü bunlardan biri. Hazret-i Ömer bin Hattab, ötekiyse kölesiydi.
Kudüs surları görününce, kumandanlarından Ebu Ubeyde, Halife Hz. Ömer'in yanına gelerek:
"Ya Ömer-ül Faruk...(Faruk: Arapça, "doğruyu eğriden ayıran" anlamına) Elbiseleriniz biraz eski ve yamalı. Kudüs'e girmek için seçtiğiniz binek hayvanınız da cins değil. Bunları değiştirip, size ve Halife'ye yaraşır elbiseler giyseniz nasıl olur?"
Hz. Ömer, bu sözler üzerine kaşlarını çatıp, ağır ağır şu karşılığı verdi:
"Bilirsin ki, bizde ad, ün, onur ve mevkiden yana ne varsa, tümü de İslama aittir. Kişiliğimize gelince; ona sadelik daha çok yaraşır!.. Elbiselerin kişiye ün ve onur kazandırdığını nerede gördün? Eğer öyle olsaydı; şu karşımızdaki süslu ve gösterişli elbiseler içindeki kumandanlar, çıplak ayaklarımızın karşısında emir kulu bulunmazlardı!.."
Kale kapısı açılmış, Kudüs şehrinin içine doğru uzanan anayolda, Hıristiyan dininin ileri gelenleri, başlarında Patrik Sofronius olmak üzere, Hz. Ömer'i karşılamak için sıralanmışlardı.
Önde üç atlı ilerliyordu. Ortadakinde sade ve yamalı elbiseler içinde Halife Hz. Ömer, sağ ve solunda kumandanları Halid bin Velid'le Ebu Ubeyde vardı. Onların arkasında da Amr Ibnül As, Şurabil ve Bilâl-i Habeşi geliyordu. En arkada da askerler düzenli sıralar halinde yürüyorlardı...
Ömer, bir ara Bilâl-i Habeşi'nin yanına giderek: "Ya Bilâl!.. Tanrı'mızın bize lütfuna, ihsanına ölçü yok!. Bu kutsal şehre girdiğimiz şu sıra, namaz vaktidir. Mübarek ezan-ı Muhammedi'yi senden dinlesek nasıl olur?.."
Bilâl-i Habeşi, Süleyman mabedinin karşısına düşen yüksek kale burcuna çıktı ve az sonra da, Kudüs'te ilk olarak ezan sesi işitildi...
Namaz çağrısı işitilince, Patrik Sofronius cemaati "Bâsübâdelmevt / ölümden sonra diriliş" adlı kiliseye ***ürerek, ibadetlerini burada yapabileceklerini söyledi.
Kiliseye giren Halife Hz. Ömer, içerisinin tapınmakta olan Hıristiyanlarla dolu olduğunu görünce, Patrik Sofronius'a dönerek:
"Görüyorsunuz ki, biz cemaat halinde namaz kılarsak bunların ibadetine engel olacağız. Sonra, kumandanlarım ve askerlerim kilisenin camiye çevrildiğini sanırlar. Buraya bir cami gözüyle bakarlar. Bu da ahitnamemize aykırı düşer!.. Biz namazımızı kilise dışında da kılabiliriz. İlginize teşekkür ederiz..." dedi.
Kudüs 637 yılında, böylece Müslümanların eline geçmiş oldu. (Kudüs'ün Müslümanların eline geçtiği tarih konusunda birlik yoktur. Bazı kaynaklar Kudüs'ün Fethini M.S. 638 olarak gösterirler. Taberi'ye göre Kudüs 637'de alınmıştır.
Aradan yedi yıl geçmişti. 644 yılında Hz. Ömer, Medine'de mescitte sabah namazını kıldırıyordu. Tam bu sırada Ebu Lülüe Feyruz adında bir köle, elinde bir hançerle cemaat içine daldı ve Halife Hz. Ömer'i secdedeyken altı yerinden yaralayarak yere serdi. Kaçmasını önlemek isteyen altı kişiyi daha yaralayıp mescitten dışarı çıktı.
Dışarıda nöbet beklemekte olan Beni Esed kabilesinden bir cenkçi, Ebu Lülüe Feyruz'un arkasından okunu fırlattı. Ok, suikastçının tam başına saplandı. Zehirli okun girmesiyle de Ebu Lülüe Feyruz olduğu yere yığılıp can verdi...
Hz. Ömer'i vuran Ebu Lülüe Feyruz'un dini ve ırkı konusu da karışıktır. Bir söylentiye göre, Halid bin Velid'in Yahudiden dönme kölesiydi. Başka kaynaklar da onu Hıristiyan ya da Zerdüşt dinine bağlı olarak gösterirler. Suikast konusundaki söylentilerden biri şudur: Küfe Valisi Mugayre ibni Sa'be, Ebu Lülüe Feyruz'un kızını kaçırtmış ve bedevi şeyhlerinden birisine armağan etmişti. Ebu Lülüe, bu durumu bildirmek ve kızını geri almak için Hz. Ömer'e baş vurmuş, fakat gereken ilgiyi görmemişti. Bunun üzerine bir sabah namazında onu, daha sonra ölümüne yol açacak biçimde hançerle ağır yaralamıştı.
Hazreti Ömer'i hemen evine taşıdılar. Aceleyle bulunan bir cerrah, karnındaki yaraları dikti. Yaraların iyileşmesi için Hz. Ömer'in hiç kıpırdamadan yatması gerekiyordu.
Halife Ömer, oğlu Abdullah'ı yanına çağırttı ve ona vasiyetini bildirdi:
"Cenaze namazını kılındıktan sonra, Hz. Ayşe'ye (Hz. Muhammet'in üçüncü eşi.) git, benim Revza-i Mutahhara'ya (Hz. Muhammet'in Medine'deki mezarına verilen ad) gömülmem için izin al!" dedi ve sonra cerraha dönerek:
"Şimdi namaz vakti yaklaşıyor, Abdest almaya kalksam ne olur?.." diye sordu. Cerrah büyük bir kaygı ve telâşla karşılık verdi:
"Ya Emir-ül Müminin! Sakın böyle bir davranışta bulunmayınız, yerinizden kımıldarsanız, dikişler hemen sökülür, Tanrı korusun büyük felâket olur!"
Hz. Ömer gülümseyerek:
"Namazımı bırakmaktansa, karnım yarılsın daha iyi." dedi ve yattığı yerden doğrulmak istedi...
Acı bir haykırış duyuldu... Hepsi o kadar...
Babasının soğuyan ellerini, avuçlarında ısıtmaya çalışan Abdullah, göz yaşlarını tutamadı. Bir sahabi (Hz. Muhammet'in görüp konuştuğu, yakınları. Çoğulu Sahabe’dir) onu kıyıya çekerek, şu ayet-i kerimeyi söyledi:
"İnna Lillâhi ve inna ileyhi raciûn ."

Hz. Osman Suikasti
Hz. Muhammet bir gün evinde yatak kıyafetiyle oturmuş, az önce kendisini ziyarete gelen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le konuşuyordu. Bir süre sonra kapı çalınmış ve kendisine Hz. Osman'ın geldiği bildirilmişti,
Hz. Osman'ın geldiğini öğrenen Hz. Muhammet, hemen başka bir odaya geçerek, üzerindeki geceliği çıkarmış elbiselerini giymişti. Hz. Muhammet'in bu davranışını gören Hz. Ayşe, elbiselerini neden giydiğini sormuş ve şu karşılığı atmıştı:
"Osman'dan melekler utanır, ben nasıl utanmam!..)"
Ne acıdır ki, Hz. Muhammet'in böylesine saygısını kazanan bu büyük adam, öldürmesini bilmediği için, kendisine baş kaldıranlar tarafından vahşice öldürülecekti...
Hz. Osman, Hicret'ten 47 yıl önce, bugünkü tarihle 575'te Mekke'de dünyaya gelmişti. Mekke'nin soylu Kureyş ailesindendi, O tarihlerde Kureyşliler birçok kollara ayrılmışlardı. Bunların en önemlileri, Hz. Muhammet'in de bağlı bulunduğu Haşimiler, öbürü Hz. Osman'ın soyu olan Emevilerdi. Bu iki aile Mekke'yi birlikte yönetiyordu.
Hz. Osman Müslümanlığı kabul ettiğinde 34 yaşındaydı. Müslüman olduktan sonra, Hz. Muhammet'in büyük kızı Rukiye'yle evlenmişti. Fakat Rukiye, amansız bir hastalık sonucu ölünce, Hz. Muhammet bu sefer küçük kızı Ümmü Gülsüm'ü, aralarındaki akrabalık bozulmasın diye Hz. Osman'a verdi. Böylece Hz. Osman iki kere peygamber damadı oldu. Bundan ötürü de kendisine "İki Nur Sahibi" anlamına gelen "Zinnureyn" deniliyordu.
Hz. Osman, yumuşak başlı, dürüst, son derece dinine bağlı bir kimseydi. İnsan sevgisi ve acıma duygusu, onun en büyük özelliklerindendi... Hz. Muhammet'i içtenlikle sever. Onun uğrunda hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı. Etkili bir konuşmacıydı. Kur'an-ı Kerim'in kitap haline getirilmesinde olduğu kadar Müslümanlığın yayılmasında da büyük çaba göstermiş ve başarı sağlamıştı.
Hz. Osman'ın Halifeliği zamanında, İslâm Devleti, Orta Asya'dan Atlas Okyanusuna kadar uzanıyor; İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı içine alıyordu. Bütün bu ülkeler, Basra, Küfe, Şam ve Mısır Valilikleri tarafından yönetilirdi.
Onun amacı, Hz, Ömer'den devraldığı bu büyük İslâm devletinin sınırları içindeki değişik ırk, dil ve dindeki toplumları birbirleriyle kaynaştırmak, ileri ve uygar bir yönetim kurmaktı. Bunda başarı kazanmış, Hz. Ömer'in yerini tam anlamıyla doldurmuştu.
On iki yıllık Halifeliğinin ilk altı yılı, tam bir güvenlik ve düzen içinde geçmişti. Ülkede eksiksiz bir denetim kurulmuş, tarım ve ticaret alanlarında büyük atılımlar yapılmıştı. Ne var ki, varlıkları çoğaldıkça Müslümanlar yaşadıkları gösterişsiz ve yalın hayattan uzaklaşıp dünya zevk ve nimetlerinden yararlanmak için günlerini gün etmeye bakıyorlardı.
Hz. Muhammet bir konuşma sırasında, rekabet ve kin duygusunun varlıkla birlikte geleceğini bildirmişti. Gerçekten de öyle olmuştu; aralarına çıkar ayrılıkları girdikçe, Müslümanların birliği bozuluyor, eski içtenlik ve gerçek dostluk hiç bir yerde görülmez oluyordu. Artık Müslümanlar da Bizanslılar -ve İranlılar gibi, saraylarda oturuyor, değerli kumaşlardan elbiseler giyiyorlardı. Hz. Muhammet'in döneminde yaşamış olanlar yaşlanmışlardı. Onların yerine geçen yeni kuşak eskilerin ülkülerine bağlılığından yoksundu. Madde ve çıkar onlara daha çekici geliyordu.
Öte yandan Kureyş'in iki kolu olan Haşimilerle Emeviler birbirlerine düşman kesilmişlerdi. Emeviler, Hz. Osman'la olan yakın akrabalıklarından yararlanıp bütün yüksek memurlukları ellerine geçirmişlerdi. Bu durumdan en çok Haşimiler yakınıyorlardı.
Bu Sıralarda Mısır'dan birkaç kişi Medine'ye gelerek Hz. Osman'a Vali Abdullah bin Sa'd'ı şikâyet ettiler. Halife Hz. Osman, Vali'yi azarlayan bir mektup yazdı. Gelenler, mektubu Vali'ye ilettiklerinde, Abdullah bin Sa'd Halife'nin buyruklarına boyun eğeceği yerde, onları dövdürdü. Dahası şikâyetçilerden biri, dayak sırasında öldü. Bu olay, genel hoşnutsuzluğun su üzerine çıkmasına ve birtakım ayaklanma girişimlerine yol açtı.
Ayaklananlar Basra, Küfe ve Mısır üzerinden Medine'ye doğru üç ayrı koldan yürüyüşe geçtiler. Ancak, Medine'de Hz. Osman'ı tutanların bir ordu topladıklarını işitince, kentin yakınlarında konakladılar. Gelenler 600 kişiydiler. Duydukları bu haberin doğruluğunu öğrenmek için, Medine'ye birkaç kişilik bir kurul gönderdiler. Bunlar, Medine'de Hz. Ali, Talha ve Zübeyr'den başka, Hz. Muhammet'in eşleri ve kentin ileri gelenleriyle görüştüler. Hac amacıyla geldiklerini, ayrıca halka kötü davranan memurların görevlerinden alınmaları için başvuracaklarını, arkadaşlarının da Medine'ye girmelerine izin verilmesini söylüyorlardı. Talha ve Zübeyr söylenenlere inanmadılar. Ayaklananlar, kötü amaçlarının ortaya çıktığını görünce Medine'nin dışında bekleyen arkadaşlarının yanına döndüler.
Aralarında yeniden bir görüşme yaptıktan sonra, Mısırlıların Hz. Ali'ye. Basralıların Talha'ya ve Kulelilerin ise Zübeyr'e baş vurarak, kabul ederlerse Hz. Osman'ın yerine kendilerini Halife seçeceklerini söyleme kararını aldılar. Teklif aynı anda üçüne birden yapılacak ve onların iktidar tutkuları kamçılanarak, düşmanlarını parçalayıp güçsüz düşüreceklerdi.
Hz. Ali olup bitenlerden kuşkulandığı için, Medine'de asker toplamış, oğulları Hasan ve Hüseyin'i de Hz. Osman'ı korumakla görevlendirmişti. Kendisi de Medine dışında karargâh kurmuştu. Burada Mısırlıların.temsilcileriyle görüşen Hz. Ali, teklifi öğrenince öfkelendi, hepsini kovdu. Öteki asi kurulları da Talha ve Zübeyr'den aynı karşılığı alınca, gidiyormuş gibi yaptılar. Bunun üzerine Hz. Ali, askerleriyle Medine'ye döndü.
Fakat ayaklananlar birdenbire geri dönerek saldırıya geçmişler ve güvenlik tedbirlerinin kaldırıldığı Medine'ye girmişlerdi. Kendilerine karşı koyanların öldürüleceğini, halka hiç bir kötülüklerinin dokunmayacağını açıklayan isyancılar, Hz. Osman'ın gönderdiği kişilerin öğütlerini dinlemediler. Daha sonra Medine'nin ileri gelen kişileriyle ayaklananların yanına giden Hz. Ali:
"Gitmeye karar vermişken niçin geri döndünüz?" diye sordu.
İsyancılar, Hz. Ali'ye amaçlarının Hz. Osman'ı Halife'likten düşürmek olduğunu söylediler. Hz. Osman'ı tutanlar, isyancılarla çarpışmak için ondan izin istediler. Fakat Hz. Osman, kendisinin yüzünden Müslüman kanı akıtmasından yana olmadığından, onlara bu izni vermedi.
İsyancılar Medine'ye yerleşmişlerdi. Hz. Osman ise. sanki hiç bir şey olmamış gibi imamlık görevine devam ediyordu. Ona karşı olanlar da arkasında namaz kılıyorlardı. Bir cuma namazında Hz. Osman minberden, isyancılara seslenerek:
"Sizler lanetlenmiş kişilersiniz. Gelin asilikten vazgeçin, lanetlenmiş olmayın!.." dedi. Camide bulunanlardan birkaç kişi de onun bu sözlerini onayladılar. Buna çok kızan asiler, halkı taşa tuttular. Atılan taşlardan biri de Hz. Osman'ın başına geldi ve bayılmasına yo! açtı.
Vilâyetlerde, Medine'deki karışıklıklar öğrenilince, Hz. Osman'ı kurtarmak için hazırlıklar başladı. Şam'dan, Kûfe'den ve Basra'dan ona bağlı birlikler hızla Medine'ye doğru ilerlemeye başladılar. Tehlike içinde olduklarını anlayan isyancılar, işi çabucak bitirmek için Hz. Osman'ı öldürmeye karar verdiler.
Hz. Ali isyancıların kararını öğrenince, oğulları Hasan ve Hüseyin'i yeniden Hz. Osman'ı korumakla görevlendirdi. Talha, Zübeyr ve öteki seçkin kişiler de oğullarını Hz. Osman'ın yanına gönderdiler, öte yandan isyancıların Hz. Osman'ı öldürmeye iyice kararlı olduklarını gören Hz. Ali onlara:
"Kılıçlarınızı sıyırmayın; sıyırırsanız bir daha kınına koyamazsınız! Unutmayınız ki, Medine'yi koruyan meleklerdir. Eğer onu öldürürseniz, melekler Medine'yi bırakıp giderler! Bir Halife öldürülürce, 30 bin insan öldürülmüş sayılır." diye onlara öğüt verdi fakat bu sözlerinin bir etkisi olmadı.
İsyancılar bir gün saldırıya geçip Hz. Osman'ın evini ok yağmuruna tuttular. Atılan oklardan, Hz. Ali'nin oğlu Hasan'la, Talha'nın oğlu Muhammet yaralandı. İsyancılar, ok atarak bir sonuç alamayacaklarını anlayınca, bitişik evin duvarını delerek Hz. Osman'ın evine girdiler.
Bu sıralarda Hz. Osman 82 yaşındaydı. Bir gece önce düşünde Hz. Muhammet'i görmüş ve Peygamber ona:
"Yarın akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın..." demişti.
Delik duvardan içeri giren isyancılar, Hz. Osman'ı oruçlu ağzıyla Kur'an-ı Kerim okurken buldular. Muhammet bin Ebubekir, Hz. Osman'ın sakalından tutarak:
"Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!.." diye bağırdı.
Hz. Osman, Muhammet bin Ebubekir'in yüzüne bakarak yavaş bir sesle:
"Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü..." deyince, Ebubekir utancından kaçtı. Geriye kalan üç suikastçıdan biri kılıcını çekerek Hz. Osman'a doğru salladı. Eşinin yanında bulunan Naile Hatun, Hz. Osman'ı korumak için kollarını siper etmek isteyince parmakları doğrandı. Bu sefer öbür iki suikastçı Halife'ye saldırdı. Biri kılıcını Hz. Osman'ın göğsüne saplarken, öteki de boğazına sarıldı. Az sonra, Hz. Osman kanlar içinde, cansız yerde yatıyordu. Hz. Osman'ın kanı, okumakta olduğu Kur'an'ın üzerine sıçramıştı.
Naile Hatun'un bağırışı üzerine koşan kölelerden biri, suikastçilerden ikisini öldürdü, üçüncüsü kaçmayı başarabildi. Kapıda nöbet bekleyenler de içeriden gelen gürültüleri duyunca, odaya girmişler, fakat geç kaldıklarını görmüşlerdi.
İsyancılar iki gün Medine'ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hz. Osman'ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. Sonunda Hz. Ali. Hz. Osman'ın gömülmesi için harekete geçti. Ölüyü taşlamak isteyen isyancıları dağıttı. Hz. Osman'ın cenazesi, Medinelilerden ancak 20 kişi tarafından kaldırılarak gömüldü.
Hz. Osman'ın Kur'an-ı Kerim üzerine sıçrayan kanı hiç bir zaman kurumadı. Müslümanlar arasındaki savaşın başlangıcı oldu. Yüzyıllarca, sanki bu kanın kurumasını önlemek istercesine, mezhep kavgalarıyla Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıp durdular.
İzmir Suikastı Davası
Haziran 1926, İzmir
Giritli Motorcu Şevki'nin 15 Haziran 1926 günü İzmir Valiliğine yaptığı bir ihbarla ortaya çıkarılan Mustafa Kemal'e suikast olayının yeni kurulan cumhuriyette bir iktidar savaşı olduğu bellidir. İktidarı elinde bulunduran kadro kendisine rakip olarak gördüğü bir diğer kadroyu tasfiye etmek için bu olayı kullanmıştır. Dolayısıyla bu tuhaf davanın sanıkları durumuna sokulan ünlü şahsiyetlerin, milli mücadelenin önde gelen paşalarının başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir!
Sonuçta çoğu İttihatçı olan 18 kişi idam edilirken Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü dışında milli mücadeleyi yürüten askeri liderlerin hemen tümü şaibeli hale getirilmiştir. Hukuksal olarak nasıl bir skandal veya fiyaskonun cereyan ettiği ise olayın üzerinden sekiz ay geçtikten sonra bizzat Mustafa Kemal tarafından itiraf edilecektir.
Şevki'nin ihbarı sonucunda 15 Haziran akşamı İzmir'de ve İstanbul'da yapılan tutuklamalarla yakalanan Ziya Hurşit, Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf, Laz İsmail gibi kişilerin verdiği ifadelerin yanı sıra yakalanan silahlar ve bazı diğer kanıtlardan Mustafa Kemal'in İzmir'i ziyareti sırasında Kemeraltı'nda bir suikast teşebbüsü olacağı söylenebilir.
Ama Enver Paşa'nın adamı olarak bilinen Hacı Sami ve İttihat ve Terakki'nin Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularından Kuşçubaşı Eşref'den yurtdışında bulunan Çerkez Ethem'e kadar birçok kişiyle bağlantısı olduğu ileri sürülen olayın karanlıkta kalan yanları açığa çıkarılan yanlarından daha fazladır.
Tabii bütün bu kargaşa içinde asıl önemli olan tam bir yıl önce, Haziran 1925'te kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nda yer alan paşaların olaya dahil edilmeleri ve tutuklanarak idam talebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmalarıdır. Çok değil, daha birkaç yıl önce gerçekleştirilen milli mücadelenin kahramanları birdenbire cumhurbaşkanına suikast düzenlemeye kalkışacak kadar iktidar hırsından gözleri bir şeyi görmeyen caniler haline gelivereceklerdir!
Kasım 1924'de Kazım Karabekir'in başkanlığında kurulan ve Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Mersinli Cemal Paşa gibi ünlü komutanların da yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Haziran 1925'te hükümetin aldığı bir kararla kapatılmıştı. Ama İttihat ve Terakki'nin nasıl bir örgüt olduğunu iyi bilen Mustafa Kemal Paşa açısından bu defter tam anlamıyla kapanmamıştı.
İktidar savaşı şu veya bu şekilde devam edecekti. Bu duruma hazırlıklı olmak ve gerektiğinde hiç tereddütsüz ve acımasız bir şekilde hareket etmek zorunluydu. İşte İzmir suikastı davası bu bağlamda bir anlam taşımaktadır.
Mustafa Kemal'e yönelik bir suikast hazırlığından haberi olan hükümetin olayı denetimi altında tuttuğu ve suikastçıların içine de kendi adamı olan emekli jandarma yüzbaşısı Sarı Efe Edip'i soktuğu mahkeme sırasında paşalar tarafından ileri sürüldü. Ama üzerine gidilemediği için kanıtlanamadı. Ancak olayın bu çerçevede geliştiğini gösteren çeşitli işaretler vardır.
İzmir'de yakalanan tetikçilerin ardından İstanbul'da Bristol Oteli'nde yakalanan Sarı Efe Edip İstanbul Polis Müdürü Ekrem Bey'e verdiği ifadede suikastın, "Terakkiperver Fırkası Umumi Heyeti tarafından kararlaştırıldığını" söyleyince, İzmir'de bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Ankara'daki Başbakan İsmet Paşa'ya bütün Terakkiperver paşalarının, yani Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa'nın tutuklanmasını ve yargılanmak üzere İzmir İstiklal Mahkemesine gönderilmesini isteyecektir. (Rauf Orbay o sırada yurtdışında olduğu için daha sonra gıyabında Ankara'da yargılanacak ve 10 yıl hapis cezasına çarptırılacaktır.)
Ancak İsmet Paşa durumdan çok emin değildir ve ortada ciddi bir kanıt olmadan, hepsi de mebus olan ve milli mücadelenin önderliğini yapmış bu şahsiyetlerin tutuklanmasının bir skandal olacağını düşünmektedir. Nitekim Kazım Karabekir 18 Haziranda tutuklanmış ama Başbakan İsmet Paşa'nın müdahalesiyle hemen serbest bırakılmıştır. İçişleri Bakanı Recep Peker bu durumu bir telgrafla Mustafa Kemal'e ihbar edecek ve bunun üzerine İzmir İstiklal Mahkemesinin Başbakan İsmet Paşa için de tutuklama kararı çıkardığı söylenecektir ama bu da kanıtlanmış değildir.
İzmir ve Ankara arasında karşılıklı telgraflarla durum açıklığa kavuşamayıp İsmet Paşa yeterince ikna olmayınca kalkar İzmir'e gider. Orada Mustafa Kemal ve mahkeme heyetiyle yüz yüze yaptığı görüşmeler sonucunda ikna edilecek ve böylece paşaların hepsi tutuklanarak İzmir'e gönderileceklerdir.
Elbette bütün ülke ve dünya şaşkın bir şekilde olayı izlemektedir ve sadece bir kişinin, sanık paşaların "hükümet ajanı" olduğunu, örtülü ödenekten para aldığını söyledikleri birinin verdiği saçma bir ifade nedeniyle tutuklanmışlardır. Saçma, çünkü cumhurbaşkanına suikast düzenlenmesi gibi bir eylemin kapatılmış bir partinin "umumi heyeti" tarafından kararlaştırılması aklın alacağı bir iş değildir.
Sonuçta İzmir'de Elhamra Sineması salonunda yapılan İstiklal Mahkemesi duruşmalarında celladın ipini boyunlarında hisseden paşalar mümkün olduğunca durumu açıklığa kavuşturmaya çalışırlar. İp boyunlarındadır, çünkü İstiklal Mahkemeleri neredeyse önüne gelene idam cezası vermekle ünlüdür. Bu kadar uydurma bir gerekçeyle tutuklanıp mahkemeye çıkarıldıklarına göre aynı şekilde idam cezasına çarptırılmaları ve hemen infaz edilmeleri işten bile değildir.

Mahkeme çok hızlı bir şekilde çalışarak davayı en kısa sürede sonuçlandırmak istemektedir. Gerek Kazım Karabekir, gerekse Ali Fuat Cebesoy, Sarı Efe Edip'in Meclis Başkanı Kazım Paşa'nın yakını olduğunu, hatta Ankara'ya geldiğinde onun evinde kaldığını, bu tertibin içine hükümet tarafından ajan olarak sokulduğunu anlatırlar ve kendilerinin olayla bir ilgilerinin olmadığını belirtirler.

13 Temmuzda Kel Ali başkanlığındaki mahkeme kararını açıkladığında verdiği 13 idam cezası arasında tetikçilerin yanı sıra suikastın örgütleyicileri olarak adı geçen İzmit mebusu Şükrü, Rüştü Paşa, Eskişehir mebusu ve Mustafa Kemal'in çocukluk arkadaşı Miralay Arif, Saruhan mebusu Abidin, Sivas mebusu Halis Turgut gibi isimler de vardır, ancak Terakkiperver paşalar beraat etmişlerdir.

Mahkeme Terakkiperver Fırka içinde gizli bir örgütün Cumhurbaşkanım öldürerek yönetime el koymak istediği kararına varmıştır, ancak paşaların bununla ilişkisi kurulamamıştır.

Sarı Efe Edip de beklemediği idam cezası karşısında şaşıracak ve "Bu kararda benim hizmetim nazara alınmadı" diyecektir ama mahkeme başkanı Kel Ali tarafından "Hizmetiniz elbette nazara alınacaktır" diye susturulacaktır. Ali Fuat Paşa hatıralarında, Sarı Efe Edip'in hükümet ajanı olmasına rağmen idam edilişini "Bu hizmet esnasında yanlış bir hareketine yahut başka bir sebebe bağlıdır" diye yazacaktır.

Sonuçta paşalar boyunlarını cellatın ipinden kurtaracaklar ama siyasi hayatları da bitmiş olacaktır. Hukuki olarak ortada ciddi hiçbir şey yoktur, ama beraat etmiş de olsalar Mustafa Kemal'e suikast davasından yargılanmış olmaları siyasette artık bir rol üstlenememeleri için yeterlidir. Nitekim bazıları ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasetle ilgilenecekler ve mebus olabileceklerdir.

Bu davadan sekiz ay kadar sonra, Mart 1927'de bir akşam Çankaya'daki sofrasında ağırladığı çocukluk arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a Mustafa Kemal itirafta bulunup, şöyle diyecektir: "Paşaları senin hatırın için affettirdim." Harbiye'den atılmaktan Ali Fuat'ın babası İsmail Paşa sayesinde kurtulan Mustafa Kemal bu sözlerinde herhalde samimidir ama aslında bu sözler aynı zamanda büyük bir fiyaskonun da itirafı değil midir?

Mustafa Kemal milli mücadelede omuz omuza savaştığı paşaları affettirmiştir ama onlar Mustafa Kemal'i affetmemiş, hatta Mustafa Kemal'in çağrısına ve çabalarına rağmen bazıları bir daha ölünceye kadar kendisiyle görüşmemiştir...
II. Aleksandr Suikastı
Akşam yemeği için sofrayı son defa gözden geçiren saray teşrifatçısı kapıda görünmüş ve tam:
"Haşmetmeab!.." diye söze başladığı sırada, birden korkunç bir patlama duyulmuştu. Sarayın yemek salonu bu patlama sonunda çökmüş, 11 askerin ölümüne 40 askerin de yaralanmasına yol açmıştı.
Bomba yemek salonuna gizlice yerleştirilmişti. Fakat, istenilen zamanda patlatılmamış, daha doğrusu, Rus Çarı II. Aleksandr bir yakınıyla konuşmaya daldığından biraz gecikmiş ve bu gecikme de onun hayatını kurtarmıştı.
Başsavcı'nın sıkı kovuşturması sonucu, suikastı Stefan Kalturin adındaki marangozun düzenlediği anlaşıldı. Marangoz, Çar'ın yemek masasının altına yirmi kilo patlayıcı madde yerleştirmiş ve II. Aleksandr’ın yemek salonuna geleceği sırada fitili ateşleyip kaçmıştı. Bu Çar'a yapılan ne ilk ne de son suikasttı.
Zincirleme suikastları doğuran olay, 1876 yılında Petersburg'daki kışlık sarayın tam karşısındaki Piyer ve Pol kalesinde geçti. Bu tarihte kale siyasi mahkûmlarla ağız ağıza dolmuştu. Bagolyubov adlı genç öğrenci de bu mahkûmlardan biriydi. Genç, bir gün hücresine ***ürülürken, Petersburg Polis Şefi General Trepov'la karşılaşmıştı. Trepov, Bagolyubov'a şapkasını çıkartmasını söyledi. Fakat Bagolyubov bu emre uyacağı yerde, şapkasını başına daha da sıkı olarak geçirdi. Onun bu davranışına kızan Petersburg Polis Şefi, dayak cezasının kaldırılmış olmasına rağmen, öğrenciye yüz kamçı attırdı. Bu hem öteki suçluların, hem de serbest bulunan Çar aleyhtarlarının arasında büyük bir kızgınlık yarattı.
Bu kızgınlığı en çok duyanlardan biri de, Vera İvanovna Zasuliç adında bir kadındı. Bagolyubov'un öcünü almaya karar veren Zasuliç, bir gün Polis Şefi Trepov'un odasına bir iş bahanesiyle girmiş ve cebinden çıkardığı tabancayla onu kanlar içinde yere sermişti. Trepov'u ağır yaralayan Zasuliç, elinden tabancayı yere atarak polislerin gelip kendisini tutuklamalarını büyük bir soğukkanlılık içinde beklemişti.
Suikast, Çar aleyhtarı çevrelerde büyük şaşkınlık yarattı ama, asıl şaşkınlık Vera Zasuliç'in yargılanması sonucu mahkemeden beraat etmesiyle meydana geldi. Bu, beraat, Çarlık Hükümeti çevrelerini öfkeden çılgına döndürmüştü. Polisler, Vera Zasuliç'i mahkeme salonundan çıkarken yeniden tutuklamak istediler. Fakat kapıda bekleyen atlı bir araba kadını onların bulamayacağı güvenlikli bir yere kaçırdı. Vera bir anda Rusya'da acı çeken halkın kahramanı haline gelmişti, ülkede serbestçe dolaşması artık imkânsız hale geldiğinden İsviçre’ye kaçtı.
Vera'nın yargılandığı günlerde, Piyer ve Pol kalesinde bulunan 193 ihtilâlcinin de duruşması vardı. Mahkûmların arasında pek çok da kadın bulunmaktaydı. Bunlardan biri de beş yıldır yargılanmasını bekleyen ve daha sonraları "Devrim'in Büyükannesi" adı verilecek olan Kievli Katerin Breşkovskaya'ydı. Her zaman Breşkovskaya'nın yanında bulunan ve davranışlarından iyi bir aileden geldiği anlaşılan kızıl saçlı bir genç kız dikkatleri üzerine çekiyordu. Sofia Prevskaya adındaki bu kız, Petersburg Valisinin öz kızı ve Eğitim Bakanı'nın yeğeniydi. Babasının zalimliği genç kızı halkın yanına itmişti. Sofia Prevskaya birkaç yıl sonra serbest bırakılacak ve Çar II. Aleksandr'a sayısız ve başarısız suikastlardan birini düzenleyecekti.
Vera'nın beraat etmesinden sonra suikast olayları daha da artmış, bütün Rusya'ya yayılmıştı. 21 şubat 1879'da Prens Kropotkin öldürüldü. Yine aynı günlerde Petersburg'da General Mezentçev bir tedhişçi tarafından vuruldu. Suikastçı bir atla kaçmayı başardı. 23 mart 1879'da General Deretlen de başka bir tedhişçinin saldırısına uğradı.
Tedhişçiler hükümet ileri gelenlerinden sonra, kendilerine hedef olarak Çar II. Aleksandr'ı seçmişlerdi. 14 Nisan 1879 tarihinde Car'a ilk suikast yapıldı. Bir gezinti sırasında, Soloviev adındaki suikastçı, Çar'a beş el ateş ettiyse de tutturamadı ve yakalanarak idam edildi, ikinci suikast 1 Aralık 1879'da, o sıralarda serbest bırakılmış olan Sofia Prevskaya'nın başkanı bulunduğu bir grup tarafından Kırım'da Çar'ın geçeceği tren yoluna bomba konularak yapıldı. Bomba patlayınca birçok vagon devrilmiş fakat II. Aleksandr bir önceki trenle geçtiğinden bu suikast da sonuçsuz kalmıştı.
Suikastçıların inatla kendisini öldürmeye, çalıştıklarını en sonunda anlayabilen Çar, canını kurtarmak için bir Millet Meclisinin kurulmasını kabul etmek zorunda kaldı., Halkın devlet işlerine karışmasını sağlayacak olan bu kararı Çar II. Aleksandr 1 Mart 1881'de imzalamıştı. Ertesi gün yayınlanarak halka yeni bir düzenin kurulduğu bildirilecekti. Fakat Çar çok geç kalmıştı. Bu kararı grandüklerine ve bakanlarına haber verdikten sonra askeri bir törene gitti.
Dönüşte, Katerina kının yanından geçerken. Çar'ın kapalı arabasına, onun aldığı karardan haberleri olmayan suikastçılar tarafından havluya sarılmış bir bomba atıldı. Patlayan bomba birkaç muhafızını öldürdü, kendisine bir şey olmadı. II. Aleksandr arabadan çıkarak, kanlar içinde yatan, muhafızlarının yanına gitmişti. Arabacısının:
"Durmayalım Çar Hazretleri! Tehlike henüz geçmedi, hemen saraya gidelim!.." demesine aldırmıyordu bile.
Birkaç saniye sonra, II. Aleksandr'ın ayakları dibinde patlayan ikinci bomba, ara******n ne kadar haklı olduğunu göstermişti!..
Şimdiye kadar birçok suikasttan kurtulan II. Aleksandr, bu sefer ölüm derecesinde yaralanmıştı. Aceleyle saraya ***ürülüp çalışma odasındaki divana yatırıldığında gözleri kapanmıştı. Bir ayağı kopmuş, öteki de parçalanmıştı. Üç doktor başucunda ellerinden geleni yaptılar ama II. Aleksandr'ı ölümden döndüremediler. Bir saat kadar sonra doktorlar, yandaki odada bekleyen çember sakallı ve son derece iriyarı Veliaht III. Aleksandr'a babasının artık hayatta olmadığını bildiriyorlardı.
II. Abdülhamit Suikastı
1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi, Abdülhamit’in yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti.
Padişah II. Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş, arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor, canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan, yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II. Abdülhamit..
Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları, II. Abdülhamit’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :
"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem, Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra, sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:
"Arabamı çekiniz, burayı kordon altına alınız, sorumluları tutuklayınız!.." Bu sırada, muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce, töreni yöneten subaya :
"Selâm emrini verdir, ne duruyorsun!." diye bağırmıştı. Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince, cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit, âdeti olmadığı halde ayakta durmuş, dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı.
Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.
Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.
Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka, Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.
Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra, Galata KöPage Rankingüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.
Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi, Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor, muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.
İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba, bir araya getirildikten sonra, Şişli dışında denenmiş, amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş, arabaya koşulacak atlar da, o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç, Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton, Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış, Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.
Abdülhamit, caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Cehennem Makinesini çalıştırarak, bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah, kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca, süre dolmuş, Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama, tam 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca, 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.
Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği yüznumarada, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.
Abdülhamit, Edvard Jorris'i bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris, daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir.
Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :
"Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"
Hz. Ömer Suikastı
Bizans İmparatoru Heraclius (Ermeni asıllı ve Heraclius Hanedanının kurucusu olan I. Heraclius; 610-641 yıllan arasında Bizans imparatorluğu tahtında oturmuştur.) yüz çizgileri gerilmiş, sinirden titriyor, karşısında süklüm püklüm duran Prens Tomas'a bağırıyordu:
"Anlamıyorum Tomas, ne oluyor?.. Urfa, İskenderun ve Antakya'yı verdik, fakat bu da yetmedi. Şimdi de Suriye elden gidiyor!.. Senden en küçük bir başarı ve karşı koyma haberi yok. Şam kalesi bile düştü düşecek!.. Şimdi de sıra Kudüs'e mi geldi?.. Bütün bu yenilgilerinizin gerçek nedenlerini anlayamıyorum."
Prens Tomas, üzgünlüğünü belirten bir sesle imparatora şöyle karşılık verdi:
"Haklısınız efendimiz... Ama son bir kozum daha var. Eğer izin verirseniz bunu da denemek istiyorum... Belki de bu davranışımı iyi karşılamayacaksınız. Çünkü planımın içinde Kutsal Kitapların da rolü olacak..."
İmparator Heraclius:
"Söyleyin bakalım Prens Tomas.. Oyununuzu ben de merak ettim" dedi.
Prens Tomas, savaşta uygulayacağı planını anlatmaya başladı:
"Ellerine kutsal kitapları almış rahipleri, askerlerimin önünde yürüteceğim. İslâm kuvvetleriyle hiç cenge çıkmamış ve maneviyatları bozulmamış genç kumandanları da savaşa sürdüreceğim."
İmparator elini Prens Tomas'ın omzuna koydu ve bu savaş planını beğendiğini belirterek:
"Güzel... güzel... Sonucunda başarı elde edilebilecek bir düşünce bu. Niçin bunu daha önce uygulama yoluna gitmedin?.. Tanrı yardımcın olsun."
Ne var ki, bu gülünç savaş oyunu gerekli sonucu sağlamamış, Hıristiyanlık dünyasının kutsal şehri Kudüs de, her an İslâm ordularının eline düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. (Tarihl

http://www.lovepowerman.net/
__________________

Bu ileti en son lovepowerman tarafından 10.10.2010- 14:52 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.

Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası  »  Tarih
 »  Suikastler Tarihi-1

Forum Ana Sayfası

Forum Yazılımı:   php Kolay Forum (phpKF)  ©  2007 - 2010   phpKF Ekibi

Love Power Man

 RSS Beslemesini Görmek için Tıklayın   RSS Beslemesini Google Sayfama Ekle   RSS Beslemesini Yahoo Sayfama Ekle