phpKF - php Kolay Forum  
Ana Sayfa  |  Yardım  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
Forumunuz Hayırlı olsun yenilendi

Resim Ekleme

Bu Sayfadaki Bilgiler 04/05/2007 tarihli ve 5651 sayılı
Bu Sayfadaki Bilgiler 04/05/2007 tarihli ve 5651 sayılı "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun" Uyarınca Gerekli Durumlarda İletişim Sağlanabilmesi İçin Eklenmiştir. Lütfen Gerekli Durumlarda Kullanınız... İbrahim uzun Esatpaşa mah 3.demiryollu 1201.sk no:28 menemen/izmir/Türkiye email :Uzun_70@hotmail.com
Forum Ana Sayfası  »  Tarih
 »  CUMHURİYET HAZIRLIKLARI ve CUMHURİYET

Yeni Başlık  Cevap Yaz
CUMHURİYET HAZIRLIKLARI ve CUMHURİYET           (gösterim sayısı: 1.876)
Yazan Konu içeriği

boşluk

lovepowerman
[lovepowerman]
lovepowerman

Kullanıcı Resmi

Kayıt Tarihi: 13.09.2010
İleti Sayısı: 2.589
Şehir: İzmir
Durum: Forumda Değil

E-Posta Gönder
Web Adresi
Özel ileti Gönder

Konu Tarihi: 11.10.2010- 00:19
Alıntı yaparak cevapla  


CUMHURİYET HAZIRLIKLARI ve CUMHURİYET
1- Cumhuriyet Öncesi Gelişmeler
-Hâkimiyet (Egemenlik) kavramının ortaya çıkışı
-Türk Tarihinde Egemenliğin Kullanımı
-Egemenliğin Saltanattan Halka Geçiş Süreci
-Mustafa Kemal Döneminde Cumhuriyet Adımları
2- Cumhuriyetin İlânı
3- Cumhuriyetçilik
4- Cumhuriyet çeşitleri
4- Atatürk ve Cumhuriyet

1- Cumhuriyet Öncesi Gelişmeler

Değerli Arkadaşlar;
“Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II” dersine hoş geldiniz. Birinci dönem, Türk İnkılâbı’nın Hazırlık Dönemi ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı içeren dersimizi işledik. Bu dönem ise Cumhuriyet’in ilânından itibaren Türk devletinin kuruluş ve gelişme sürecini, Türk İnkılâbının evrelerini ele alacağız.
Değerli Arkadaşlar; Türk inkılâbının bir bütün olduğunu her fırsatta dile getirdik. İnkılâp hareketleri, Türk tarihinin genel akışı ile bir bütünlük arz eder. Bu bütünlüğü, hem topluca hem de inkılâpları tek - tek ele aldığımızda görebiliriz. Yani Atatürk inkılâplarını, Türk tarihinin devamlılığı ve milletin gelişim süreci açısından da değerlendirmeliyiz.
İlk konumuz yeni Türk devletinin yeni cephesiyle kuruluşunu simgeleyen Cumhuriyet.
Arkadaşlar, Atatürk inkılâplarının hepsi tarihî bir gelişmenin ürünüdür. Hiçbir inkılâp hareketi Mustafa Kemal’in kafasında birden bire şekillenip gerçekleştirilmedi. Cumhuriyet birden bire ilân edilmedi. Türkiye, tarihî tecrübesinin sevkiyle Cumhuriyet’e kavuştu.
Cumhuriyet; halkın egemenliği prensibini temel alan, bu ilkeyi seçim usulüne dayanarak işleten bir sistem. Öyleyse egemenlik nedir? Türk tarihinde egemenliğin kullanım ve halka geçiş süreci nasıl işlemiştir?
Egemenlik; Türk kültürünün çok eskiden beri tanıdığı bir değerdir. Yakın devir Türkçemizde hâkimiyet yahut hükümranlık kelimeleri ile ifade edildi. Egemenlik; devlet yönetiminde son ve kesin sözü söyleme ve bunu uygulayabilme iktidarıdır.
Egemenlik Kavramının Ortaya Çıkışı
Siyasi manâda “meşruiyetini halktan alan yönetim biçimi” anlamıyla egemenlik modern devlet kavramı ile ortaya çıkmıştır. Yani dünya tarihinde aşağı yukarı üç yüzyıllık bir geçmişi vardır. Egemenlik son üç yüz yıldan beri iktidarın meşruiyeti bağlamında tartışılan bir kavram olmuştur. Egemenliğin kaynağı, devletleri yönetenlerin egemenliği kullanma biçimleri sorgulanmıştır. Dünya tarihinde İngiltere’de Magna Cartha ile tartışılmasa bile paylaşmaya konu olduğunu görüyoruz. Magna Cartha, 1215 yılında İngiliz soyluları ile kral arasında imzalanan, birtakım bireysel hak ve özgürlükler tanıyan bir sözleşmedir.
Yurtsuz John ile soylular arasında kralın yetkilerini belirlemek amacıyla hazırlanan bu metinde kralın yetkilerini din adamları ve halk (aristokrasi) adına sınırlayan anlaşmada “özgür” hiç kimsenin, ülke kanunlarına göre yargılanıp hüküm giymeden tutuklanmayacağı ve hapsedilmeyeceği, mal ve mülkünden mahrum bırakılamayacağı hususu dile getiriliyor, böylece kral halk karşısında bir takım yükümlülükleri hukukî zeminde kabul ederek egemenliğine sınır getiriyordu.
Magna Cartha, sonraki krallar tarafından geliştirilecektir. İşte bu toplumsal sözleşme, İngiltere’nin demokrasinin beşiği sıfatını almasını sağlayacaktır.

Bu sürecin en önemli aşaması Büyük Fransız ihtilâli olmuştur.
Fransız İhtilâli’nda yayınlanan İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannâmesi’nde açıkça “egemenliğin halka aid olduğu” ifade edilmiştir.

Türk Tarihinde Egemenliğin Kullanımı
Türkler, dünyanın en eski ve köklü birkaç milletinden olduğu için Türker’de egemenlik kavramı Türk devletlerinin ortaya çıkışından beri gündemde olmuştur. Egemenlik Türk devlet geleneğinin temel unsurlarından biridir.
Türk devletlerinde egemenlik anlayışı töre-adâlet-kut ilişkisi çerçevesinde ele alınabilir.
Kutadgu Bilig; “Tanrı’nın Töre’yi uygulamak için başa geçirdiği” Türk hakanına hitâben: “Adâlete (köniliğe) dayanan Töre gökyüzünü (kâinatı) ayakta tutan direktir” diyor.
Türk kurumlaşma modelinde sistemin ruhu "adâlet (könilik)" kavramıdır. “Zor (zulüm) devlete girerse, Töre bacadan çıkar” diyor Kaşgarlı Mahmud (kaşgarlı ?) Sistemin ayakta kalması zulme geçit vermemesi sâyesindedir. İnsanlığın ezelden ebede hiç değişmeyen talebi güvenlik, adâlet, iş birliği ve dayanışmadır. Devlet bunun için vardır. Dolayısıyla adâlet ancak bir gücü arkasına almakla işlevsel olabilir. Bu güç Türk ordusudur. Adâlet, örgütün alt birimleriyle üst birimleri ve genel gövde ilişkilerinin, görev ve sorumlulukların yani hukukun da korunması anlamına gelir.
Töre; Töre, günümüz medyasındaki toplumuna ve tarihine karşı ön yargılı kapkara câhillerin kullanımındaki alabildiğine olumsuzluk yüklemelerinden tamamen uzak, Türklerin birlikçi inanç ve hikmet algılarına, binlerce yıldır devam eden büyük geleneklerine ad olmuş bir kavramdır. “Tanrı’nın yaratılmışlar için koyduğu düzen” anlamına gelir.
Töre, Kut ilişkisine gelince; Kut kavramı üzerine yazılan Kutadgu Bilig’de; Kut kazanmanın Töre’yi benimseyen her Türk’ün genel ideali olduğunu görüyoruz. Ancak her Türk’ün buna ulaşabilmesi için “bilge” olması gerekiyor. Bu arada kuta ulaşabilmenin diğer şartı da “Alplik”tir. Hanedan üyelerinden “Alplik” vasfına erenler “kut”u elde ederler. Ancak töreye göre “kut”, elde edenin kaydı hayat şartıyla elde bulunduracağı bir husus değildir. Hakan’ın “kut”u elinde bulundurabilmesi için öncelikle “adâlet”le hükmetmesi gerekir. Dolayısıyla Türk devletlerinde töreye göre işleyen bir düzen vardır. Zamanın şartlarına göre Töre değişebilir. Değişen töreye göre hakanın elinden kut alınabilirdi.
“Töre dogmatik bir yapıda değildir. Hunlar’dan beri Türk devletlerinde her sene adına “Toy” denilen bir devlet meclisi toplanmaktadır. Bu toplantı bütün tebaanın bir araya getirildiği bir genel kurul niteliğindedir. Toylarda geçmiş senenin muhasebesi ve zaafları tespit edilir, gerekli önlemler kararlaştırılır ve bir sonraki yılın plânı çıkarılırdı. Toplumun sorumlu yöneticileri denetlenir, bakanlar kurulu yenilenirdi. Toplumun "Kutlu Bilge" kabul ettiği kişilerin meydana getirdiği Toy’da Töre de gözden geçirilir, bazı hükümleri iptal edilirken, ihtiyaç duyulan yeni konularda yeni hükümler oluşturulurdu. Töre’ye aykırı tasarrufu görülen yönetici, hakan da olsa azledilirdi. Böylece Töre içinden yetişen Bilge, sistemin ruhunu kavradıktan sonra Töre koyar ve bu halk tarafından Tanrısal nitelikli sayılırdı… Herkesi bağlayan Töre bağlamında elde edilen Bilgelik ile yeniden Töre’ye dönülür ve o gözle sistem gözden geçirilirdi. Bilgelik ve Kut kazanma her Türk nezdinde en üstün değerlerdi. Ama özellikle hükümdarda Alplikle birlikte bulunması olmazsa olmaz bir şart idi. Burada hemen Türk hakanının aynı zamanda başkomutan olduğunu hatırlatalım.”


Türk devletlerine mahsus Devlet Geleneği yazılı kaynaklara göre ilk Türk Devleti olarak bilinen Hun Devleti’nin kurucusu Mete Han’ın idarî, askerî, malî ve sosyal konularda uygulamaya koymuş olduğu millet ve devlet hayatının temel değerleridir. Söz konusu bu değerle büyüklü-küçüklü 120 Türk Devleti’nde bir töre (yazılı olmayan hukuk) hâlinde 2300 yıldan beri uygulanmıştır.
Oğuz töresine göre Türklerde egemenlik kendi soylarını Oğuz Han’a bağlayan 24 Oğuz boyu beyleri tarafından kullanılmıştır. Türklerde egemenliği kullanan hakanlar egemenliği halkının üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmamışlardır. Egemenlik çok geniş topraklara yayılmış halkı derleyip toparlamak, onları düşmana karşı korumak, gerektiğinde bir baba şefkati ile muamele etmek için kullanılmıştır. Halkı üzerinde bu görevi yerine getiremeyen hakanların ellerinden egemenlik hakkı alınmıştır. Biz bu anlayışa “kut” diyoruz. Tanrı’dan Türkleri idare etme yetkisini yani “kut”u alan hanedan üyesinin saltanatı kayd-ı hayat şartına bağlı değildir.
Nitekim Mustafa Kemal, 1920 yılında İstanbul işgal edildiğinde yayınladığı protesto metninde davamızın Türk geleneğine uygunluğundan ve “kut”sallığından bahsederken artık Osmanlı hanedanı adına egemenliği elinde bulunduran Padişah Vahdeddin’in elinden ‘kut’un alındığını ifade ediyordu.
Yine Mustafa Kemal’in saltanatın kaldırılması sürecinde mecliste yaptığı konuşmalarda artık egemenliğin değiştiğini vurguluyordu.
İslâmiyeti kabul etmeden önce Türklerin yerleşik toplum devletlerine göre daha demokratik bir yönetim biçimi uyguladıkları yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor. At’a dayalı sosyo-ekonomik model gereği hareket esaslı hayat tarzı içinde oldukça geniş kesimleri kapsayan katılımcı yönetim, toplumda göze çarpan bir eşitsizlik meydana getirmedi. Sınıflı yapıya izin vermedi. Sınıfsız yapıda ise adâlet ilkesi temel ilke olabildi.
Türkler, İslâmiyet’le tanıştıktan sonra Ortadoğu’da kurdukları devletlerde de töre düzenini devam ettirdiler.

Egemenliğin Saltanattan Halka Geçiş Süreci
Atatürk Cumhuriyetinin iki temel niteliği vardır: Biri millî olmak, diğeri demokratik olmak.
Millî olmak: “Bir millet esasına dayanmaktır”. O millet de Türk milletidir.
Demokratik olmak: Millet iradesinin yönetime yansımasıdır. Şeklen Cumhuriyet değil; özde de milletin iradesini yönetime yansıtmak demektir.
Cumhuriyet birden bire gerçekleşmediğine göre bu iki nitelik de birdenbire ortaya çıkmadı. Ki Cumhuriyetin birdenbire gerçekleşmediğini belirtmekten maksadımız bu iki niteliğin birden bire ortaya çıkmadığını ifade etmek içindir. Öyleyse bu iki nitelik nasıl olgunlaştı da Cumhuriyeti ilân edebilecek bir seviyeye ulaştık? Bunun için Türk toplumunda Cumhuriyet’e kadar Demokrasi anlayışındaki gelişmelere bir göz atalım:
Demokrasi egemenliğin kişiden millete geçişini ifade eder. Öyleyse Türk toplumunda kişi egemenliğinden millet egemenliğine geçiş nasıl bir seyir takip etmiştir? Bunun için Osmanlı-Türk toplumunda egemenliğin saltanat makamından millete geçişini ele almamız gerekiyor.
Osmanlı devletinde ilk ıslahatlar askerî yapı ile ilgili idi. III. Selim ve II. Mahmud’tan itibaren diğer alanlarda da yenilik yapma ihtiyacı ortaya çıktı. İlk değişiklik padişahın egemenliğinin kullanımı ile ilgili idi.
Osmanlı devletinin 17.yüzyılın ortalarından itibaren sarsılmaya başlamasıyla bu yüzyılın sonlarından itibaren önce askerî alanda bir takım düzenlemelere gidilmiştir. Bir yüzyıl sonra da diğer alanlarda yenilik dönemi başlayacaktır. Ancak bu dönemde batıda iyice alevlenen demokrasi akımının Osmanlı devletine sokulması düşünülmemiştir. Hatta Osmanlı padişahları sarsılmaya başlayan egemenlikleri sebebiyle tutunacak yeni dallar arayışına gireceklerdir. Asırlardır atıl duran Halifelik gibi.

Osmanlı devletinde egemenliğin karakterini değiştiren olayları şu biçimde sıralamak mümkündür:

Sened-i İttifak; Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa başkanlığında bir tarafta âyanlar, diğer tarafta devletin ileri gelenleri arasında 29 Eylül 1808’de Kâğıthâne’de “meşveret-i amme” denilen büyük bir toplantı yapıldı. Toplantıda varılan kararlar “Sened-i İttifak” adı verilen bir belgede tespit edildi. Bu senet devleti temsil eden devlet erkânı; ulema ve ocak ağaları ile çeşitli sosyal alanlarda 19. yüzyılda belirginleşen hanedanlar arasında oluşturulan bir meşveret (danışma) meclisinde belirlenen esasları içerir.

Sened-i ittifak basit bir anayasa taslağı mahiyetindedir. Bu belgede padişahın en üstün egemenlik makamı olduğu belirtilmişse de aslında bu durum egemenlik konusunda bir hiyerarşi bulunduğunun tartışmaya açıldığını gösterir. Bu belgede yasama ile yürütme organları arasında bir ayrım yapılmış, padişah ya da yürütme organı olan hükümetin adâletsizliğine karşı gelme hakkı “isyan” meşru sayılmıştır.
Tanzimat:
Osmanlı devleti yeniçağ ölçülerine ortaçağda ve yeniçağın ilk yüzyılında mükemmel bir hukuk devleti idi. 16.yüzyılın sonlarından itibaren bu niteliğinden gittikçe uzaklaşmaya başladı. II. Mahmud döneminden beri yeniliklerin askerî alan dışına çıkmasıyla birlikte vatandaşın can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması gerektiği samimiyetle istenir oldu. Öte yandan dağılma sürecine giren devlete karşı vatandaşları yeniden devlete bağlamanın ilk çaresi de buydu. II.Mahmud’un bu yolda yaptığı hazırlıkları yerine geçen oğlu Abdülmecid devam ettirdi ve Tanzimat fermanını ilân etti.
Tanzimatla can, mal ve namusun korunması için bağımsız mahkemelere yetki verdi.
Tanzimatla Osmanlı toplumuna özgürlük gelmemiştir. Çünkü diğer sınıflı toplumlardaki gibi bir servage (toprak köleliği) Osmanlı’da yoktu. Cemil Meriç’in ifadesiyle “özgürlük kölelerin ilâhıdır.” Törenin adâleti Türk halkının zaten toplum olma özelliğini korumuştur. Ancak Tanzimatla demokrasinin temellerinden biri yani can, mal ve namus güvenliği alanındaki sarsıntılar düzene sokulmuştur.
Islahat fermanı ile de Osmanlı vatandaşları arasındaki bazı azınlıkların hukukî farkları ortadan kaldırılıp herkes yasalar karşısında eşit tutuldu. Bu zamana kadar devlet hizmetine sadece Müslümanlar alınırdı. Müslüman olmayanlar askere gitmemelerine mukabil daha fazla vergi öderlerdi.
Meşrutiyetler: Abdülmecid’in ölümünden sonra başa geçen Abdülaziz döneminde reformlar devam etmedi. Devlet hızla çöküşe doğru gitmekte idi. Gidişin kötü olduğunu gören aydınlara göre; kişisel yönetim sona erer ve halk da bir ölçüde egemenliğin kullanılmasına katılabilirse yeniden esenliğe çıkmak mümkündür. Ama yine de bu aydınların hiçbirinin kafasında Cumhuriyet yoktu. Onların istediği meşruti bir monarşi idi. Zaten Avrupa’da bile Fransa haricinde Cumhuriyet yoktu. Ama egemenlik hakkına hiçbir ortak tanımak istemeyen Abdülaziz bu düşüncelerin şiddetle karşısındaydı. Abdülaziz’in bu düşüncelere tepki göstermesi Türk tarihinde ilk ve büyük bir hanedan dışı siyasi hâkimiyet mücâdelesinin başlamasına yol açtı. 1876’da Abdülaziz, Mithat Paşa tarafından düzenlenen bir suikastla öldürülerek tahttan indirildi. Yerine getirilen V.Murad bir süre sonra akıl hastalığı bahanesiyle tahttan indirilince II.Abdülhamid meşrutî monarşiye geçeceğine dair söz alınarak tahta oturtuldu. Bütün bu mücadeleler içinde asker-sivil aydınlar işbirliği yapmışlardır.
Abdülhamid söz verdiği gibi Kanun-ı Esasiyi yürürlüğe koydu. Artık Osmanlının da bir anayasası ve bu anayasa çerçevesinde oluşturulacak meclisi vardı. Fakat bu anayasa demokratik olmadığı gibi meclisin de yetkisi yoktu. Yasama ve yürütme yetkileri padişahta idi. Halk sadece yasama işlerinde padişaha danışmanlık yapacak bir meclisin üyelerini seçiyordu. Siyasi partiler seçime katılamıyordu çünkü halkın siyasi parti kurma yetkisi yoktu.
Bütün bu önemli aksaklıklara rağmen anayasa uygulansa idi ağır da olsa demokrasi sürecine geçilebilirdi. Ancak Abdülhamid kısa bir süre sonra Kanun-ı Esasiyi rafa kaldırıp Meclis’i kapattı ve meşrutî yönetimi askıya aldı. 1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilânına kadar ülkeyi eskisi gibi mutlakıyetçi anlayışla yönetti. Gördüğü parçalanma tehlikesi onun saltanatından sonra ne yazık ki hızla gerçekleşti.
II. Abdülhamid’in açtığı modern okullarda yetişen aydınlar ilkinden daha şiddetli bir mücadele başlattılar. Ancak yine de bu mücadele meşrutî sistem içinde dönmüş Cumhuriyet akla gelmemiştir. Osmanlı hanedanına dayanmayan bir toplum düzeni düşünemiyorlardı. Çünkü Töre’ye göre hakan yalnız bir âileden çıkabilirdi. 28 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ikinci kez ilân edilirken her kesin düşüncesi bu yöndeydi.
31 Mart 1909 olayında Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildi. Yerine geçen Sultan Reşad’a anayasada köklü değişiklikler yaptırıldı. Bu değişikliklerle padişahın egemenliği büyük ölçüde kısıldı. II. Meşrutiyet 1909’dan 1919’a kadar İmparatorluğu tarihe gömdü.

Mustafa Kemal Döneminde Cumhuriyet Adımları
Mustafa Kemal’in kafasında Harp okulundan beri Cumhuriyet düşüncesi vardı.
İstanbul’da iken düşündüğü Cumhuriyet için plânlar yapmaya başladı. Mustafa Kemal, Nutuk’da Müdafaa-i Hukuk döneminde düşünülen kurtuluş çareleri karşısında kendi düşüncelerini şu sözlerle açıklar:
“Efendiler bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!” (Nutuk: Korkmaz:2005-9)
Bu Mustafa Kemal’in plânı idi. Başkalarının Erzurum Kongresi’ne kadar bu plândan haberi yoktu. Erzurum Kongresi sırasında Mustafa Kemal yanında bulunan Mazhar Müfit Kansu’ya dikte ettirdiği notlar arasında; “Zaferden sonra Cumhuriyeti ilân edeceğiz” cümlesi de vardı.


Mustafa Kemal hedefe adım - adım ilerledi. Cumhuriyet’e dayalı yeni Türk devletine ulaşmak için şu adımları gerçekleştirdi:

1- TBMM’nin açılması: Cumhuriyete giden yolda atılan ilk ve en önemli adımdır. Aslında Cumhuriyete 23 Nisan 1920’de doğdu Ancak 29 Ekim 1923’de adı konuldu gözüyle bakabiliriz.
Aslında TBMM’nin açılmasına kadar geçen süreci iyi tahlil etmek lâzımdır. Mustafa Kemal, Erzurum’da Mazhar Müfit’e “Cumhuriyeti ilân edeceğiz” derken kongre sırasında meclisin toplanmasına ve Hükûmet işlerinin meclisin denetimi ve kontrolü altında yapılmasına çalışılacaktır” maddesiyle millî hâkimiyete dayanan bir idareye olağanüstü bu durumda özellikle ihtiyaç duyulduğunu ortaya koymuştur. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas Kongresi’nde seçilen Heyet-i Temsiliyye ile bu düşüncesine işlerlik kazandırmak için harekete geçer ve Damad Ferid Paşa’nın protesto edilip istifasının sağlanmasından sonra iş başına getirilen yeni İstanbul hükûmeti ile yaptığı Amasya görüşmesinde alınan ileriye dönük karar Meclis-i Mebusan’ın açılması kararı olmuştur.
Amasya protokolü çerçevesinde toplanan Meclis-i Mebusan’ın aldığı Misâk-ı Millî kararı içinde millî egemenliğe dayanan her yönüyle bağımsız bir Türk devleti gizli idi.
İstanbul’un işgal edilip Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasından sonra Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyye’si Başkanı sıfatı ile yeni meclisin Ankara’da toplanması kararını alır.
2- Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) Saltanat Cumhuriyet yolundaki en büyük engeldi. Ankara’da kurulan TBMM hükûmeti Millet egemenliğine dayalı bir hükûmet idi ancak devlet olarak herhangi bir vasfı yoktu. Çünkü İstanbul’da Osmanlı hanedanı bulunuyor ve bu durum hâlen Osmanlı devletinin varlığını ifade ediyordu. Yani tek millet iki hükûmet vardı. Oysa bir millet iki hükûmeti asla kaldıramaz idi. Bu eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi hele - hele Türk Milleti’nin tabiatına tamamen ters düşmekteydi.
Bu hükûmetlerden birisi kişi egemenliğine dayanırken diğeri millet egemenliğine dayanmaktaydı. Birisinin devreden çıkması gerekiyordu. Ama hangisi? Kişi egemenliği mi yoksa uzun ve yorucu bir mücâdeleden sonra kazanılan millet egemenliğine dayanan hükûmet mi? Gelişe bakılırsa Ankara hükûmetinin zafer sonrası yetkiyi İstanbul hükûmetine bırakması gerekliydi. Çünkü Anadolu halkına millî mücâdele anlatılırken İstanbul’da esir durumda bulunan padişahın da işgal kuvvetlerinin elinden kurtarılacağı ifade edilmekteydi. Ancak gelişen olaylar ve Anadolu’daki millî hareket karşısında İstanbul hükûmetinin ve saltanat makamının tavrı Ankara’nın Saltanat makamını (sırtında) taşıyamayacağını gösterdi. Öte yandan Mustafa Kemal’in kafasındaki Cumhuriyet düşüncesine İstanbul’daki Saltanat makamı ters düşmekteydi. Belki de İstanbul hükûmetlerinin ve saltanat makamının işgaller karşısındaki teslimiyetçi tavrı Mustafa Kemal’e aradığı fırsatı da vermişti. Olaylar Mustafa Kemal’in kafasında tasarladığı biçimde gelişmekteydi. Mustafa Kemal “geçici” sayılan TBMM’ni sürekli ve vazgeçilmez bir kurum hâline getirdi. Saltanatı kaldırarak ardından Cumhuriyetin ilânını sağlamıştır.

3- Halk Fırkası’nın Kurulması (Aralık 1922): Saltanatın kaldırılması sırasındaki tepkiler ve Mustafa Kemal’e daha teşkilâtlı davranma gereğini hissettirdi. Müdafaa-i Hukuk Gurubu’nu Halk Fırkası’na dönüştürdü. “siyasi partiler demokrasinin teminatıdır” sözleri daha Cumhuriyet ilân edilmeden gerçekleşmeye başladı.
4- Yurt Gezisi (Ocak 1923): Mustafa Kemal hem yapacağı inkılâplar konusunda halkı aydınlatmak hem de bir ay sonra gerçekleştirilecek “Türkiye İktisat Kongresi” öncesinde halkın ekonomik durumunu yakından görmek için yurt gezisine çıktı.
5- Basın Toplantısı: Basının gücünü çok iyi bildiğinden İzmit’te büyük bir basın toplantısı yaparak onları aydınlatmaya çalıştı.
6- Türkiye İktisat Kongresi (Şubat 1923): İki Lozan görüşmesi arasında gerçekleştirilen Kongrede Mustafa Kemal Millî Ekonomi politikası belirlemek ve Lozan’a Türk Milleti’nin ekonomik desteğini alarak gitmek için “İktisat Misâkı” nı kabul etti.
7- Lozan Barış Anlaşması (Temmuz 1923): Lozan’da Türk devleti siyasi bir varlık olarak bütün dünyaya kabul ettirildi. Türkiye’nin dünya devletleri arasındaki yeri belirlendi.
8- TBMM’nin yenilenmesi (Ağustos 1923): Mustafa Kemal, Saltanatın kaldırılmasına tepki gösteren Meclis’le Cumhuriyet’i ilân edemeyeceğini anlamıştı. Öte yandan ilk meclis Millî Mücâdeleyi başarmakla görevini yerine getirmiş ve yorgun da düşmüştü.
9- Ankara’nın Başkent Yapılması (Ekim 1923): l920’den beri fiilen Ankara başkent idi. İstanbul kozmopolit, işgâl edilmesi kolay bir şehirdi. Boğazların, Lozan’da silahtan arındırılması İstanbul’da güvenlik problemi meydana getirecekti. Ankara daha güvenilir ve merkezî bir yerde idi. İtilâf devletlerinin karşı çıkmalarına rağmen 13 Ekim l923’de Ankara resmen başkent kabul edildi.

Cumhuriyet’in İlânı
Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilânı konusunda aradığı fırsatı hükûmetin kurulması konusunda güçlüklerin ortaya çıkması ile yakaladı. Anayasa’ya göre bakanları meclisin tek - tek oylayarak seçmesi gerekiyordu. Hiç kimse çoğunluğu sağlayamadığından yeni hükûmet bir türlü kurulamıyordu. Oysa bir devlet başkanı olsaydı mesele daha kolay halledilecekti.
Mustafa Kemal, 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak “Yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz” dedi ve İsmet Paşa ile bir kanun tasarısı kaleme aldı. Ertesi gün Halk Fırkası Gurubu Başkanı Mustafa Kemal, hükûmet bunalımını çözmekle görevlendirildi ve Atatürk, İsmet Paşa ile hazırladıkları önergeyi meclise sundu. Tasarı kabul edilerek Cumhuriyet ilân edildi. Cumhuriyet, anayasada; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, maddesine; “Türkiye devletinin hükûmet şekli CUMHURİYET’tir” cümlesinin ilâvesi ile yer aldı. Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı seçildi.


3-Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet kelimesi Arapça kökenli bir kelimedir ve çoğunluğun söz sahibi olması demektir. Cumhuriyet kelimesinin Batıdaki yansıması karşımıza demokrasi olarak çıkmaktadır. Demokrasi halk idaresi anlamına gelir. Kelime kökenleri ve anlamları farklı olsalar da bu iki kelime birbirinin tamamlayıcısıdır. Cumhuriyet; başta devlet başkanı olmak üzere devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu özellikle veraset sisteminin rol oynamadığı bir devlet sistemini ifade eder.
Demokrasi ise, halkın iradesinin yönetime yansıtılmasını yani millî egemenliği ifade eder.
Bu hâliyle Cumhuriyet bir yönetim şekli iken; demokrasi bu yönetimde halkın egemenliğinin yansıtılması, kalitesidir.
Cumhuriyetçilik ilkesi, millî egemenlik ilkesinin tabii bir sonucudur. Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil; DEMOKRATİK CUMHURİYETÇİLİKtir.
İngiltere demokratiktir fakat devlet şekli olarak Cumhuriyet değildir.
Sovyetler Birliği zamanında birçok Cumhuriyetten oluşmuştu. Ancak buralarda tek parti diktatörlüğü egemendi. Halkın iradesi yönetime yansımıyordu.
Ama Türkiye hem devlet şekli, hem de halkın iradesinin yönetime yansıması açısından Demokratik Cumhuriyettir. (acaba)
4-Cumhuriyet Çeşitleri
Cumhuriyetin çeşitlerini anlayabilmek için seçimi kimlerin yaptığı önemlidir. Eğer egemenlik hakkını kullanacakları çok sınırlı sayıda insan seçer ve halkın çoğunluğuna bu yol kapatılmışsa burada oligarşik cumhuriyet söz konusudur.
Eğer halk seçimi özgürce yapabiliyorsa ve toplumun bütünü seçime katılabiliyor hatta siyasi partiler aracılığı ile örgütlenebiliyorsa demokratik cumhuriyet vardır.
Bir de bu ikisi arasında bir tür vardır. Bu türde halk ile hükümdar egemenliği bir ölçüde paylaşırlar. Bu çeşit monarşilerde egemenliği halk kullanır ama devletin başı olan hükümdar egemenliğin tarihsel ve geleneksel açıdan kuramsal da olsa sahibidir. Bu devlet biçimine de meşruti monarşi veya demokratik monarşi denir.(monarşik yönetimler cumhuriyet türlerine girer mi?)
Cumhuriyet en genel anlamda egemenliği kullananların seçimle belirlendiği bir sistemdi. Monarşide ise egemenlik bir aileye ait olup onun içinden biri tarafından kullanılıyordu. Ama demokratik olmayan cumhuriyetler olduğu gibi cumhuriyet olmadığı hâlde demokratik monarşiler de vardır. Birincisine örnek eski Sovyetler Birliği ikincisine örnek ise İngiltere’dir. Türkiye ise demokratik cumhuriyettir.(….!!!?)
Demek ki seçim (Cumhuriyet) ilkesi tek başına yeterli değildir. Demokrasi ile birlikte yürümesi en idealidir. Öyleyse demokrasi nedir?
Demokrasinin esasları nelerdir?
-Demokrasi en ideal yönetim biçimidir.
-İnsanların bütün haklara sahip olması,
-Toplum içinde bütün düşüncelerin temsil edilebilmesi,
-Yurttaşların yöneticilerini bu düşünce akımlarının mensupları arasından seçebilmesi,
-Onları her zaman denetleyebilmeleri,
-Mekanizmanın işleyebilmesi için eşitlik ilkesinin var olmasıdır.

5-Atatürk ve Cumhuriyet
Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en asrî ve mantıkî tatbikini temin eden hükûmet şekli cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir... Cumhuriyette meclis, Cumhurbaşkanı ve hükûmet, halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar... Millete karşı vaziyet ve vazifelerini suistimâl eyledikleri takdirde şu veya bu tarzda, millî irâdenin kendi haklarında dahi tecellisine mâruz kalabilirler.”
Atatürk’e göre Cumhuriyetin sultanlıktan farkı; “Cumhuriyet idaresi faziletli ve nâmuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenid olduğu için korkak, zelil, sefil insanlar yetiştirir.” (her cumhuriyet yönetimi değil demokratik cumh .)
Cumhuriyet idaresi “vatandaşlık” kavramına dayanır. Monarşi ise “uyrukluk” kavramına dayanır.
Cumhuriyet bütün vatandaşların eşitliği ve devlet yönetimine eşit olarak katılmaları esasına dayanır. Monarşide ise ne kadar sınırlandırılmış ve anayasallaştırılmış olursa olsun birtakım ayrıcalıklar vardır. Meselâ demokrasinin beşiği İngiltere’de “Kral hata yapmaz.” anlayışı hâkimdir.





Konunun Daha İyi Anlaşılabilmesi İçin Müracaat Edebileceğiniz Çalışmalar
-Atatürk, Nutuk -Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları -Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, -Atatürkçülük, III Cilt, Genel Kurmay Başkanlığı -Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, YÖK yayınları -Ahmet Mumcu, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi -İbrahim Kafesoğlu, Mehmet Saray, Atatürk İlkelerinin Dayandığı Tarihi Temeller -Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, -TBMM Zabıt Ceridesi
http://www.haberakademi.net, Sait Başer, Türk Kültürünün Omurgası Cumhuriyet
http://www.haberakademi.net, Sait Başer,Medeniyetin Ordusu ve Ordunun Medeniyeti
http://www.atam.gov.tr, Mukaddes Arslan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Cumhuriyetin ilânı ve Tarihi Önemi
http://www.atam.gov.tr, Osmanlı'dan Günümüze Cumhuriyet Süreci, İnönü Üniversitesi'nde gerçekleştirilen konferans görüntüleri, Konuşmacılar: Prof. Dr. Cezmi ERASLAN, Doç. Dr. Sabit DUMAN, Malatya, 31.10.2008
http://www.tsk.mil.tr, Geçmişten Günümüze Türkiye Cumhuriyeti, Resim Albümleri




ATATÜRK’ ten BİR HATIRA

Gâzi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp;
- Neden sordun ki, buraların sahibi misin? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk Milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetiştiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gâzi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gâvur harbinde şehid düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gâzi Paşa. Ben de gün demeyip muhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, geceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gâzi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sâyesinde şimdi istediğimiz gibi yaşiyoz. Şunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sâyesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona “sağol paşam” demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gâzi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu - dolu olmuştu, çok duygulandığı her hâlinden belliydi. Bana dönerek;
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefâlı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum;
“ Anacığım, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gâzi Paşa yani Atatürk, işte karşında duruyor” dedim.



Millî Hâkimiyet ve İstiklâl
_Aziz Atatürk’ün demeçlerinde gezinti_


Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
Bir millet, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikrî ve maddî güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız, buna pek güzel delildir. Bu sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin hâkim olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik...
Benim bütün hayatımda güttüğüm gaye hiçbir vakit kişisel olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her neye girişmiş isem daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve yararına olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın sivrilmesi ve yükselmesini göz önüne almamışımdır. ( 1914 )
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti bir halk hükûmetidir. Memleket menfaatlerine ait hususlarda millet fertleriyle hükûmet arasında vazife itibariyle iştirak vardır. ( 1921 )
Milletimiz hiç kimsenin iznine gerek görmeden ve müsaade etmeyenlere karşı isyan ve ederek millî egemenliğini almış ve öylece kullanmıştır. ( 1921 )
Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez. ( 1922 )
Milli irade ve isteğine uymayanların sonu yokluktur, yok olmaktır. ( 1923 )
Milli egemenlik düşmanlığı, üstün bir yeri değeri ve şerefi olan bir milletin her şeyini bir anda yok etmeyi amaçlayan suçtan başka birşey değildir. ( 1923 )
Milli emeller, milli irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir. ( 1923 )
Dünyanın belli başlı milletlerini esaretten kurtarmak için egemenliklerine kavuşturan büyük fikir akımları, köhne müesseselere ümit bağlayanların, çürümüş idare usullerinde kurtuluş kuvveti arayanların amansız düşmanıdır. ( 1923 )
Millet önünde, onun bağımsızlığının temini önünde onun liyakat, ilerleme ve yenileşmesi önünde her kuvvet, ancak milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, yok olmaktır. ( 1923 )
Arkadaşlar! Türkiye Devleti'nde ve Türkiye Devleti'ni kuran Türkiye Halkı'nda tacidar yoktur, diktatör yoktur! Tacidar yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz. Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir. ( 1923 )
Egemenliğine doğrudan doğruya sahip olmanın kıymetini pek iyi anlayan ve pek iyi bilen millet, bu mukaddes egemenliğine karşı baş gösterecek her tehlikeyi kahredecektir. ( 1923 )
Millî egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun. ( 1923 )
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarının temel ilkesi şu iki esastır. Tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız millî egemenlik. ( 1923 )
Halk, millî egemenliği benimsemeli ve memlekette tek egemen ve etkenin kendisinden ibaret olduğunu unutmamalıdır. ( 1923 )
Kuvvetliyiz, Ordularımız kuvvetlidir. Ordularımızı yaratan ordularımızı vücuda getiren milletimizi kuvvetlidir. Bu milleti yaşatan bu vatan sonsuz doğal zenginliklere ve verimliliğe sahiptir, kuvvetlidir. Fakat Efendiler, bütün bu kuvvetlerin üstünde başka bir kuvvetimiz vardır ki, o da millî egemenliğimizi idrak etmiş ve onu doğrudan halkın eline vermiş, halkın elinde tutmuş ve tutabileceğimizi gerçekten ispat etmiş olmaktır. ( 1923 )
Biz bu kadar engin, kıymetli ve sonsuz çeşitli hazineleri olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir şekilde millî egemenliğini elinde tutarak, geleceğini bizzat iradeye devam ettikçe sermaye de, müesseler de bulur, uzmanlaşır da! Herşey bulur... ( 1923 )
Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin sağlanması istikrarı ve korunması, ancak ve ancak tam ve kesin anlamı ile milli egemenliği sağlamış bulunması ile devamlılık kazanır. Bundan dolayı; hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası milli egemenliktir. ( 1923 )
Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar esaslar "Tam Bağımsızlık" ve "Kayıtsız şartsız Milli Egemenlik"ten ibarettir. Millet bu egemenlikten en küçük bir parçasını bile feda edemeyecektir; gözünü açmıştır. ( 1923 )
Kayıtsız şartsız tabiriyle açıkça ifade edilen egemenliği, milletin sorumluluğunda tutmak demek, bu egemenliğin en küçük bir parçasını; sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir. ( 1923 )
Bütün dünya bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır. ( 1923 )
Yeni Türkiye Devleti'nin yapısının ruhu milli egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. ( 1923 )
Nihayetsiz bir hürriyet düşünülemez. Hakların en büyüğü olan hayat hakkı bile mutlak değildir; intihara karar veren bir kimsenin cürmünün neticesi, hududu yalnız şahsına ait olduğu halde polis onu men ile görevlidir. Aynı kimsenin aynı hareketini biraz daha büyük ölçüde tasavvur eder ve düşündüğümüz zaman cürmü bir şahısa, br aileye kadar uzatırsak müteşebbisin durumu derhal zalim bir cani manzarası gösterir. Bu sebeple millî egemenlik düşmanlığı, müstesna bir saygı ve şeref mevkiine sahip bulunan bir milletin her şeyine bir anda kasdetmek cürmünden başka birşey değildir. ( 1923 )
Egemenlik hiçbir sebep ve şekilde terk ve iade edilemez, emanet edilemez! (bırakılamaz)
Bu egemenliği tekrar geri alabilmek için, almak için kullanılmış olan araçları kullanmak gereklidir. ( 1923 )
Kurtuluş kuralımız olan Misak-ı Millî'yi tarih sayfasına yazan, milletin demir elidir. Elde edilecek neticeye de milletin kendisi gözcü olacaktır.
Millet yalnızkendi kolları ve kendi kanıyla değil, aynı zamanda kendi başı ve kendi dimağıyla kazandığı egemenlik ve bağımsızlık cevherini, son felâkete kadar büyük bir saflık ve dalgınlıkla kendisine rehber tanıdığı ve derin bir teslimiyetle hayatını koruyucu saydığı şahıs ve şekillere artık emniyet edemez. Millet, bundan sonra, hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi gözcü olcak ve vatanın her tarafında yine yalnız kendisi ve kendi iradesi egemen olacaktır. ( 1923 )
Bence, kamuoyunu aydınlatmada ve doğru yolu göstermede bir program yapmak lazımdır. Meselâ egemenlik nedir? Ve bu millet egemenliğini kendisinde mi tutmalı, yoksa başka birine verip, onun yol göstermesi ile mi hareket etmeli? Bunu tarihin yardımı ile çok kuvvetli ifade edebilirsiniz. Geçirdiğiniz felaketleri birer birer saymalı. Milletin geleceğinin sorumluluğunu üzerinde bulunduran insanların bu millete yaptığı her çeşit kötülüğü saymalı. Sonra hükümet şeklinin niteliğini anlatmak lazımdır...
Kuvvetlerin ayrımı düşüncesi, esastan yoksundur. Kuvvetler ayrımı esasını ortaya koymuş olan isanlar bile aslında kuvvetler birliğine inanmaktadırlar. Fakat kuvvetler birliğini sağlamaktan aciz oldukları için mevcut şekilleri esas kabul ederek, zorbalarla zulüm altındaki milletlerin yaptıkları pazarlık sonucunda ortaya atılmış bir görüştür. Gerçekte kuvvetler birliği vardır ve bu kuvvetin asıl kaynağı millettir. Bu nedenle bunun asıl sahibi de millettir.
Millet bu kuvvetini en iyi, en zararsız nasıl kullanabilir? Gerçekte kuvvet sahibi olan bütün kişilerin bir araya gelip, o kuvveti kullanması gerekir. Ancak bu maddeten mümkün değildir. O halde en az ve çok da fazla olmayan Meclis aracılığıyla bunu uygulamaktan daha pratik bir çare yoktur. ( 1923 )
Milli egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutmayı kendi vicdanına karşı söz verip yemin ettikten sonra, şunun ve bunun gereğidir diye şuna veya buna verilebilecek en basit bir hak bulunuz, vazife bulunuz ve yetki bulunuz. Kimse bulamaz!...
Ondan sonrası idare usulü, halkın geleceğini şahsen ve fiili olarak idare etmesi esasına dayanır. Bildiğiniz gibi bir idare ve bir de egemenlik vardır. İdare, kalp ve vicdanın eğili mi ve isteğidir. Bir insanda olduğu gibi, insanlardan oluşan sosyal toplumda da irade mevcuttur. İrade alınamaz ve irade verilemez. Fakat iradenin uygulama vasıtası olan egemenliği verebilen bir insan veyahut egemenliğini kaybeden bir insan veyahutbir toplum egemenlikten yoksun olunca ( ki egemenlik iradenin göründüğü ve belirdiği yerdir ) o halde iradesi felç olur. Bundan dolayı egemenliğini verebilmek için iradesinin felç olmasına razı olmak gerekir.
Bundan dolayı veremez. Egemenliğini verebilmek için, iradesinin, arzusunun, eğilimlerinin felçli kalmasını kabul etmek lazımdır. Ölmeyi kabul etmek demektir. Bundan dolayı bir millet egemenliğini veremez. Yalnız alınır ve zorla alınır. Millet egemenliğini elinde tutuyor ve ancak egemenliğinden gerektiği kadarını uygulamak üzere Millet Meclisi'nin tümünü görevlendiriyor. Fakat bir tek adama bu yetki verilemez. ( 1923 )
Milletler egemenliklerini geçici olarak da olsa verecekleri meclislere dahi lüzumundan fazla güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile istibdat ( keyfi hareket ) edebilirler. Ve bu istibdat, şahsi sitibdattan daha öldürücü olabilir. Bunun için meclisler belirli zamanlarda yenilenir. Bu sayede milli egemenlik daha daha emniyetli, esas ve şartlara bağlanmış olur. Meclisler uygun görülenden fazla uzun süre devam ederse, bu takdirde vekillerle temsil edilenler arasındaki görüşler birbirinden ayrılmaya ve bağlar çözülmeye başlar. Nihayet vekiller başka şey, temsil edilenler başka şey düşünmeye başlarlar.
Efendiler! Meclisler belirli devre içinde vazife yaparken dahi vekillerle temsil edilenler arasında önemli konularda da anlaşmazlık meydana gelemez mi? Bu da olmayacak şey değildir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, kararlar gerçekten milletin hayatında tedavisi mümkün olmayan zararlar meydana getirebilir. Bu da başlı başına bir sorundur. Bu hususta da yasal önlemler lazımdır. Millet her ihtimale karşı egemenliğini korumak zorundadır. Bu hususta yapılagelen şey tekrar milletin genel oyuna başvurmaktır. Bugünkü meclisimiz milli egemenliğin âşığıdır. Bundan sonrakilerin de öyle olcağına şüphem yoktur. Bunlar elbette bu gibi önlemleri tam olarak bilirler. ( 1923 )
Bizim hükümetimizin şeklini ve esasını anlamayanlar veya anlamak istemeyenler vardır. Bu tereddütü gidermek için Anayasanın ruhunu iyi incelemek lazımdır. Gerçekte, Anayasanın özellikle bazı maddelerinin bilimesi gereklidir. Meselâ birinci maddeyi beraber inceleyelim. Madde, iki fıkrayı kapsıyor. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bu, birinci fıkradır. Efendiler! Bilirsiniz ki irade denilen bir şey vardır.Bir insanın iradesi olduğu gibi, insanlardan oluşan herhangi bir sosyal toplumun da iradesi vardır. İrade vicdanın eğilimi, arzusu demektir. Yani bu manevî bir şeydir. Tanrı'nın isteğini Tanrı'ya bırakarak şeriat dili ile ifade etmek isterseniz buna insanın sahip olduğu irade deyiniz! Bu manevî olan iradenin meydana çıkması ve görünmesi için bir araç gereklidir ve vardır ki, ona egemenlik derler! Egemenliğe sahip olmayan bir insan ve veya bir toplum hiç bir zaman iradesini kullanamaz! Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan kendi iradesinin kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz. Bunun için insanlar, milletler kendi iradelerini, kendi vicdanlarının eğilimini yapmak ve uygulamak isterlerse egemenliklerini mutlaka ellerinde tutmak mecburiyetindedirler. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felâketler kendi talih ve geleceklerini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır.
En yakın bir örneği hatırlayalım! Meselâ Birinci Dünya Savaşı'na girmek milletin iradesi ile mi olmuştur? Milletin Birinci Dünya Savaşı'na girmek için içten gelen bir isteği varmıydı? Ben zannediyorum ki yoktu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı'na girmeden önceki devirlerin her biri felâket ile sonuçlanan safhalar ile dolu idi. Kesin zorunluluk olmadıkça millet harp olsun istemezdi. Öyle olmakla beraber harbe girmiş ise, kabahat kendisinin değildir, diyebilir miyiz? Hayır. Kabahat maalesef kendisindedir. Çünkü egemenliğini başka ellere vermiştir.
Muharebeye girdikten sonra da ordularımızın Romanya'da, Makedonya'da oyalandırılmasını İran vahalarında ve Kafkas dağlarında perişan edilmesini milletin iradesi uygun görüyor muydu? Elbette hayır! Fakat bunlar hep meydana geliyordu! Çünkü millet egemenliğini kendi elinde bulundurmuyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra iyi kötü bir ateşkes yapıldı ve bu şekilde milli onur az çok kurtarıldı sanılıyordu. Fakat sonra Kilikya düşman tarafından işgal edildi. Çanakkale ve İstanbul'a düşman girdi. İzmir Yunanlıların hücumuna uğradı. Bu nasıl oldu? Şu şekilde oldu; Millet egemenliğine sahip değildi ve milletin egemenliğini zorla alanlar milletin iradesini değil, kendi iradelerini uyguluyorlardı. Düşmala beraber hareket ediyorlardı!
Pekâlâ biliyorsunuz ki mücadelemizin başlangıcında millet birbiriyle boğazlaştı. Kan döküldü. İstanbul'dan Ayaş'a kadar yerlerde, Konya'da,Yozgat'ta birçok yerlerde feci sahneler oldu. Bu vurdumduymazlık nereden geliyordu? Yıllarca ve yüzyıllarca egemenliğini kullanmaktan ve egemenliğini kullananların aldatmalarına alışagelmekten ileri geliyordu.
Bu kadar acı tecrübeler geçiren milletin ( ki artık namus ve hayatını korumaya karar vermiştir. ) bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve milletin kalacaktır! Sonraki cümelde; idare usulü halıkn geleceğini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır denilmetedir. Bundan bütün milletin işini gücünü brakıp devlet idaresiyle uğraşacaktır anlamı çıkarılmasın! Bu elbette fiilen mümkün değildir. Gerçekten bugünkü sosyal hayatın, vatanlarının genişliği ve hayatın devamının sağlanmasındaki meşguliyetin çokluğu gözönüne alınırsa, buna hem imkân hem de lüzum yoktur. Maddedeki ikinci fıkra yönetim usulündeki prensibimizi ifâde emektedir. Buna göre milletin geleceğine yalnız ve ancak millet egemen olacaktır. Milleti temsil eden milli iradeyi millet namına sınırlı ve belirli bir zaman için manevi şahsiyetinde toplayan Millet Meclisi bile en sonunda millet tarafından yenilenebilir. Esas olan millettir. Egemenlik onun olduğu gibi idare hakkı da onundur. ( 1923 )
Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya gücü yetecek kadar kuvvetli müstebitler arrtık dünya yüzeyinde kalmamıştır. ( 1924 )
Devletin sahip olduğu kuvveti ifade ederken, bu kuvveti kendine özgü diye niteliyoruz. Gerçekten de, devleti oluşturan milletin üzerinde etkisini sürdüren kuvvet, kişi olarak hiç kimse tarafından verilmiş değildir. O, bir siyasi nüfuzdur ki devlet kavramının özünde vardır ve devlet onu halk üzerinde uygulamak ve milleti dışa ve diğer milletlere karşı savunmak yetkisine sahiptir. Bu siyasi nüfuz ve kudrete "İrade veya Egemenlik" denir. ( 1929 )
Korku üzerine egemenlik kurulamaz. ( 1930 )
Benim gayem Türkiye'de, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde millet egemenliğini güçlendirmek ve ebedileştirmektir. ( 1930 )
Kuvvet birdir ve o milletindir. ( 1937 )
Büyük Millet Meclisi, Türk Milleti'nin asırlar süren aramalarının özeti ve onun bizzat kendisini idare etmek şuurunun canlı bir timsalidir. Türk Milleti mukadderatını Büyük Millet Meclisi'nin kifayetli ve vatanperver eline tevdi ettiği günden itibaren karanlıkları sıyırıp kaldırmış ve ümitleri boğan felaketlerden milletin gözlerini kamaştıran güneşler ve zaferler çıkarmıştır. ( 1938 )
Halbuki Türk'ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!.. ( 1919 )
Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. ( 1919 )
Esas Türk Milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. ( 1919 )
Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması mutlak o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım. ( 1921 )
Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. ( 1921 )
Türkiye Halkı, asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı bir yaşama gereği saymış bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet, bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır. Yaşayamaz ve yaşamayacaktır. ( 1922 )
Vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz dikenlere yalnız askeri yönden üstün gelmek yeterli değildir. Memleketimiz hakkında saldırgan emeller besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde siyasi, idari ve ekonomik yönden kuvvetli olmak lazımdır... Kurtuluş ve bağımsızlık için yaptığımız mücadeleyi tanımlamak ve Tanrı'nın milletimize yaradılıştan verdiği beceri ve yetenekleri en üst derecede geliştirmek ve memleketimize bağışladığı bütün kuvvet ve servet kaynaklarından en iyi biçimde faydalanarak zayıflık nedenlerimizi ortadan kaldırmak için bundan böyle hiç bir fırsat ve zamanı boşa harcamayarak çalışmaya mecburuz. ( 1922 )
Arzumuz dışarıda bağımsızlık, içerde kayıtsız ve şartsız milli egemenliği korumadan ibarettir. Milli egemenliğimizin hatta bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağınızdan eminim. ( 1923 )
"Biz barış istiyoruz" dediğimiz zaman "tam bağımsızlık istiyoruz" dediğimizi herkesin bilmesi lâzımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On sene, yirmi sene sonra aşağılaşarak ölmekten ise şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi üstün tutmalıyız. ( 1923 )
Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve elbette esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman nazarındaki mevkii farklı olur. ( 1927 )
Bağımsızlık ve hürriyetlerini her ne bahasına ve her ne karşılığında olursa olsun zedeleme ve kayıtlamaya asla müsamaha etmemek; bağımsızlık ve hürriyetlerini bütün mânasiyle koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son ferdinin, son damla kanını akıtarak, insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte bağımsız ve hürriyetin hakiki mahiyetini, geniş mânasını, yüksek kıymetini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez prensip... Ancak bu prensip uğrunda her türü fedakarlığı, her an yapmaya hazır milletlerdir ki, devamlı olarak insanlığın hürmet ve saygısına lâyık bir topluluk olarak düşünülebilirler. ( 1928 )

Emin Sezer – Âdem Arı

13 Haziran 2009

aiit.sakarya.edu.tr den bilgi amaçlı alınmıştır.

http://www.lovepowerman.net/
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası  »  Tarih
 »  CUMHURİYET HAZIRLIKLARI ve CUMHURİYET

Forum Ana Sayfası

Forum Yazılımı:   php Kolay Forum (phpKF)  ©  2007 - 2010   phpKF Ekibi

Love Power Man

 RSS Beslemesini Görmek için Tıklayın   RSS Beslemesini Google Sayfama Ekle   RSS Beslemesini Yahoo Sayfama Ekle