lovepowerman
[lovepowerman]
lovepowerman
Kayıt Tarihi: 13.09.2010
İleti Sayısı: 2.590
Şehir: İzmir
Durum: Forumda Değil
E-Posta Gönder
Web Adresi
Özel ileti Gönder
|
Konu Tarihi: 16.10.2010- 20:03
DEYİMLER - B
B
Baba adam: Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam."Ne baba adammış meğer, ailesinden değil, komşularından bile kimseyi ihmal etmedi."
Babası tutmak (veya babaları üstünde olmak): Çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı her hâliyle belli olmak."İş meselesini konuşamadım, çünkü babaları üstündeydi odasına girdiğimde."
Babana rahmet: "Yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; Allah senden razı olsun" anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.
Baba ocağı (evi veya yurdu): Dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt."Borçları yüzünden baba evini satmak zorunda kaldı."
Babasının hayrına (mı?): Hiçbir çıkar gözetmeksizin."Babasının hayrına mı yaptı sanıyorsun senin işini?"
Bağ bozmak (bağbozumu): 1. Bağda son kalan ürünün toplanması. 2. Bu işlerin yapıldığı mevsim (güz), gün."Bağbozumu besmele ile başlarsa bereketli olur."
Bağrına basmak: 1. Kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. Birini gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek."Amcası, yeğenini bağrına basmakta geçikmedi."
Bağrına taş basmak: Uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak."Evi yıkılan Hasan bağrına taş basmaktan başka bir yol bulamadı."
Bağrını delmek: İçine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak."Yurdundan kovulması, şairin bağrını deldi."
Bağrı yanık: Çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı."Nice bağrı yanık insanlar yaşamış bu topraklarda."
Bahse girmek: Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak."Erken kalkmak konusunda onunla bahse girdik."
Bahtı kara: Mutsuz, dertten kurtulamayan, işleri hep ters giden."Allahım, şu bahtı kara kuluna yardım et de düzlüğe çıksın!"
Baklayı ağzından çıkarmak: Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek."Yeter artık, çıkar ağzından şu baklayı!"
Bal alacak çiçeği bilmek: Çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda nasıl hareket edileceğini bilmek."Onun bal alacak çiçeği bilmede üstüne yoktur."
Baldırı çıplak: İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından."Sokaklar baldırı çıplaklardan geçilmiyor."
Bal dök (de) yala: Bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için kullanılır."Odayı öyle elden geçirmiş ki bal dök de yala!"
Balgam atmak: Bir iş ya da konu üzerinde kuşku uyandıracak söz söylemek."Lütfen sus, ortaya bir balgam atıp da insanı huzursuz etme."
Bal gibi: 1. Çok tatlı. 2. Çok iyi, adamakıllı, pekâlâ."Bal gibi iş, daha ne duruyorsun?"
Balık etinde: Ne şişman, ne zayıf; biçimli, kilosu yerinde olan.
Balık istifi: Çok sıkışık bir durumda."Otobüs, balık istifi gibi yerleşmiş insanları zor taşıyordu."
Balık kavağa çıkınca: Gerçekleşmesi mümkün olmayacak işleri anlatmak için kullanılır."O kız, o çocukla ancak balık kavağa çıkınca evlenir."
Balon uçurmak: İlgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak."Askerliğin kısalmasıyla ilgili bir balon uçurdu, buna sonra kendisi de inanmaya başladı."
Balta olmak: Musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini yaptırmak için sürekli ısrar etmek."İnsanın başına balta olan kişileri sevmek mümkün değil."
Baltayı taşa vurmak: Bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot kırmak."Baltayı taşa vurunca öyle utandı ki sormayın gitsin."
Bam teline basmak: Bir kimseyi, duyarlılık gösterdiği konuda kızdıracak söz söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak."Bir insanı delirtmek mi istiyorsun? Onun bam teline basacaksın."
Bana mısın dememek: Aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak."Sırtına o kadar yük vurdular, adam yine de bana mısın demedi."
Barut fıçısı: Her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer."Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, meydanı bir anda barut fıçısına döndürdü."
Barut kesilmek: Çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek."Elektriği bağlanmayan adam barut kesilmiş, etrafa bağırıp duruyordu."
Basıp gitmek: Aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden kimseye danışmadan ayrılmak."Öyle her aklına estiğinde basıp gidemezsin buradan."
Basireti bağlanmak: Gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek."Öylece kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyorum, basiretim bağlandı âdeta."
Baskın çıkmak: Üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek."Koşuda değil, ancak güreşte baskın çıkarım ona."
Bastığı yeri bilmemek: 1. Çok fazla sevinmek. 2. Dengesiz hareketlerde bulunmak, durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek."Eşinin ölümünden sonra bastığı yeri bilmez bir adam oldu."
Baston (kazık) yutmuş gibi: Dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu."Baston yutmuş gibi ortalıkta dolaşıp da asabımı bozma!"
Başa baş (gelmek): Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak."Takımlar başa baş bir mücadele verdiler."
Başa çıkarmak: 1. Bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. Bir kişiye aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak."Ona biraz daha yüz verirsen başına çıkacak, söylediğini yapmayacak."
Başa çıkmak: Gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek."Onunla başa çıkabilirim, merak etme sen."
Başa geçmek: 1. En üstün yeri almak. 2. Herhangi bir konu önemce ilk sırayı almak."Ülkede ekonomik yolsuzluklar başa geçti."
Başa gelmek: Kötü bir duruma uğramak."Kim demiş başa gelen çekilir diye?"
Başa güreşmek: 1. Yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. En üstün sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak."Takımımız öteden beri başa güreşir."
Baş ağrısı: Varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse."Sen ne baş ağrısı bir adammışsın meğer!"
Baş ağrıtmak: Yerli yersiz konuşarak, gereksiz sözler söyleyerek, çok konuşarak birisini rahatsız etmek."Baş ağrıtmakta üstüne yoktur senin."
Başa (başına) kakmak: Yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek."Üç kuruş verdi, üç gün geçmeden başına kaktı."
Baş alamamak: Çok uğraştıran bir konudan kurtulup da vakit ve fırsat bulamamak."Şu çocuklarla uğraşmaktan baş alamıyorum ki sana geleyim."
Baş aşağı gitmek: Sürekli kötüleşmek, zarar görmek."Baş aşağı giden işlerinin önünü alamadı bir türlü."
Baş başa kalmak: Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak."Misafirler gittikten sonra baş başa kaldılar."
Baş başa (kafa kafaya) vermek: Birbirinin düşüncesinden yararlanmak üzere birkaç kişi toplanıp bir konuyu görüşmek, bir konuda dertleşmek."Bu sorunu ancak baş başa vermekle çözebiliriz."
Baş belâsı: Sürekli rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey."Şu baş belâsı adamı uzaklaştırırsanız sevindirirsiniz beni."
Baş çekmek: Ön ayak olmak, öncülük etmek."Hayatı boyunca baş çeken bir adam olarak yaşadı."
Baş edememek: Gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta zorluk çekmek."Şu uysal insanlarla baş edemezsen kiminle edeceksin!"
Baş eğmek: Direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak."Türk milletine baş eğdiremezsin."
Baş göstermek: Ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak."Milletimiz baş gösteren bu yeni fikri kısa zamanda benimseyecektir."
Baş göz etmek: Evlendirmek."Şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak."
Başı ağrımak: Bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek."Sana güveniyorum, başımı ağrıtmayacağına eminim, haydi güle güle git."
Başı altından çıkmak: Kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni ve tertibiyle meydana gelmek."Böyle şeyler bilirim ki senin başının altından çıkar, şimdi bana doğruyu söyle, kim kırdı vazoyu."
Başı bağlı olmak: 1. Evli ya da nişanlı olmak. 2. Serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan."Nihayet oğlanın da başını bağladık."
Başı boş bırakmak: Bir kimsenin üzerindeki denetimi ve gözetimi kaldırmak, kendi bildiğine bırakmak."Çocuk dediğin başı boş bırakılmaya gelmez."
Başı darda kalmak (başı dara düşmek): Çok sıkıntılı, çaresiz bir durumda olmak; parasızlıktan dolayı güç bir durumda kalmak."Başı darda kalan insanlara yardım etmek insanlık borcudur."
Başı derde girmek: Can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek."Şu kendini bilmez adamla başım derde girsin istemiyorum."
Başı dik gezmek: Utanılacak bir durumu olmadan, onurlu şekilde toplumda yer almak."Başı dik gezen insanları sevmemek elde değil." Msn Öğretmen öss kpss Gazeteler Sohbet hazır mesajlar ders izle Belirli Gün ve Haftalar Çanakkale savaşı şiir
Başı dönmek: 1. Bir şey karşısında şaşırmak. 2. Sıkıntı meydana getiren bir durum karşısında bunalmak. 3. Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak."Çabuk durdur arabayı, başım dönmeye başladı."
Başı göğe ermek: Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak."Üç kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir ay sonra alacak o zammı elinden."
Başı kalabalık (olmak): Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak."Kusura bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım."
Başına belâyı satın almak: Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak."Nereden girdim bu inşaat işine, durup dururken başıma belâyı satın aldım."
Başına bir hâl gelmek: Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek."Gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum."
Başına buyruk: Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan."Sizin çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş."
Başına çalmak: Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek."Al da başına çal bu sapı kırık küreği."
Başına çorap örmek: Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak."Onun başına bir çorap örecekler diye korkuyorum."
Başına çökmek: 1. İştahla sofraya oturmak. 2. Bir işi çabuk bitirmek üzere oturup ele almak. 3. Birini altına alıp dövmek."Birkaç kişi utanmadan zavallı adamın başına çöktüler."
Başına devlet kuşu konmak: Ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa kavuşmak."Nasıl aldı bu köşkü? Başına devlet kuşu mu kondu dersin?"
Başına dolamak: İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek."Bu işi benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir zaman onmazlar!"
Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak."Bırak o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın."
Başında kavak yeli esmek: 1. Sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence peşinde koşmak (genç için). 2. Gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek."Bu çocuk da büyümedi bir türlü, hâlâ başında kavak yelleri esiyor."
Başından atmak: 1. Gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek; bir istekte bulunan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. Yapılması zor bir işi yapmaktan kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına yüklemek."Kısa zamanda o işi başından atmasını becerdi."
Başından aşağı kaynar sular dökülmek: Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek."Babasını karşısında görünce başından aşağı kaynar sular döküldü."
Başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): Gücünün üstünde olan işleri yapmaya kalkışmak."Çekil lütfen, başından büyük işlere kalkışıp da kendini rezil etme bari."
Başından korkmak: Hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak."Düşman topraklarına girince başından korkmaya başladı."
Başını ağrıtmak: 1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak. 2. Bir iş için birini uğraştırmak, sıkmak."Yeter artık, bu iş için başımı ağrıtıp durma."
Başını alıp gitmek: Nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek."İçine düştüğü sıkıntıdan kurtulamayan adam başını alıp gitti."
Başını bağlamak: Evlendirmek."Askerliği biten Ali`nin başını bağlamayı düşünen annesi kolları hemen sıvadı."
Başını belâya sokmak: Bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı bir işe sokmak."Oğlanın da başını belâya sokacaklar diye ödüm kopuyor."
Başını bir yere bağlamak: Bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak."Çok geçmeden oğlunun da başını bir yere bağlamayı becerdi."
Başını boş bırakmak: Denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak."Bu çocuğun başını boş bırakma, yoksa başı belâya girecek."
Başını derde sokmak: Sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek."Tanımadığı adamlarla işe girişince başını derde soktu."
Başını dinlemek: Sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden uzaklaşmak."Emekli olur olmaz başımı dinleyecek bir köşe arayacağım"
Başını ezmek: Birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp bir işi göremez duruma getirmek."Zalimlerin başını ezecek adamlara bugün ne kadar ihtiyaç var!"
Başını kaşımaya (kaşıyacak) vakti olmamak: Çok meşgul olmak, başka bir işi yapmaya hiç vakti olmamak."Bana yükleme o işi, çünkü başımı kaşıyacak vaktim yok."
Başının çaresine bakmak: Kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak, kendini zor durumdan kurtarmak."Benden sana fayda yok, başının çaresine baksan iyi olacak."
Başının derdine düşmek: Başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı, üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak."Adamın bize aldıracağı yok, baksana başının derdine düşmüş."
Başının etini yemek: Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek."Tamam kızım, alacağız o oyuncağı, yeter başımın etini yediğin!"
Başını taştan taşa vurmak: Fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz kalarak kahırlanmak."Zamanında eve gidip hasta çocuğu doktora götürmediği için başını taştan taşa vuruyordu."
Başını vermek: Bir ideal uğrunda kendini feda etmek, canını vermek."Yiğitler başını vermesiydi bu ülke düşmanlardan kurtulur muydu?"
Başını yemek: Bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak."Ruhsuz herifler adamın başını yemek için yarışa giriştiler."
Başı sıkışmak (sıkılmak): Herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak."Onun görevi, başı sıkışan insanlara yardım etmektir."
Başı tutmak: 1. Önde olmak. 2. Gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı ağrımak."Kesin artık şu dedikoduyu, yoksa başım tutacak!"
Baş koymak: Bir şey uğruna ölümü göze almak."Çekil önümden ben bu yola baş koydum."
Baş köşe: Saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer."Baş köşeye oturmak onun her zaman hakkıdır."
Baş sallamak: 1. Anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek."Her şeye baş sallayan insanlardan hiç hoşlanmam."
Baş tacı etmek: Değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek."Babalarını baş tacı ettiler, toz kondurmuyorlar adama."
Baştan aşağı: Tamamiyle, hepsi, bütünüyle."Evi baştan aşağı boyadılar."
Baştan kara gitmek: Sonunu düşünmeyerek, hatta sonucun kötü olduğunu bildiği hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek."Bu baştan kara gittiğin hayata artık bir son vermelisin."
Baştan savma: Üstün körü, özen gösterilmeden, gelişi güzel."Yaptığın işin tamamen baştan savma olduğu ne kadar açık."
Baş üstünde yeri var: "Sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır." anlamında kullanılır."Durmasın gelsin, baş üstünde yeri var."
Baş vermek: 1. İnandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. Belirmek, kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması."Ektiğimiz buğdaylar baş vermeye başladı."
Baş vurmak: 1. Müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan istemek. 2. Bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak."Vakit geçirmeden ansiklopediye bakalım da öğrenelim."
Baş yemek: 1. Sofrada en önemli yemek. 2. Birinin ölümüne sebep olmak. 3. Birinin herhangi bir işte güç durumda kalmasına yol açmak."Adamın başını sebepsiz yere yediler, şimdi çoluk çocuk aç kalacak."
Battı balık yan gider: "İşlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda da umut kalmadığına göre artık istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun" anlamında kullanılır."Aldırma, üzülme artık, battı balık yan gider."
Bayrak açmak: 1. Bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. Gönüllü asker toplamaya girişmek."Düşmana karşı yurdun dört bir yanında bayrak açan yurtseverler sonunda amaçlarına ulaştılar."
Bayram etmek: Çok sevinmek."Oyuncakları görünce çocuklar bayram etti."
Belâ aramak: Kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak."Bırak sövmeyi, belâ mı arıyorsun başına?"
Belâsını bulmak: Kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içine düşmek, hak ettiği cezayı görmek."Adam nihayet belâsını buldu."
Belâyı satın almak: Kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üstüne çekmek."Köylülerle biraz daha uğraşırsak belâyı satın alacağız, haydi gidelim buradan."
Bel bağlamak: Güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp arkasından gitmek."İnsanoğluna bel bağlanılmaz."
Beli bükülmek: 1. Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma gelmek. 2. Üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek."İflas eden şu genç adamın bir yılda beli büküldü."
Belini doğrultmak: Kötüye giden durumunu yeniden düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği itibarını ve ekonomik gücünü yeniden kazanmak."Adam kısa zamanda belini doğrulttu."
Belini kırmak: 1. Birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. Bir işin en güç tarafını yapmak."Tarlanın ortasından şu tümseği de kaldırdık mı işin belini kırmış sayılırız, artık gerisi kolay olacaktır."
Bel vermek: (Dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru kamburlaşmak."Yeni ördüğümüz duvar bel verdi."
Ben hancı, sen yolcu (oldukça): "Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin bana işin düşer" ya da "Nasıl olsa yine karşılaşacağız" anlamında kullanılır."Demek şu küçük paketi götürmüyorsun, öyle olsun, ben hancı sen yolcu, bugünün yarını da vardır."
Benlik dâvası: Önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu."Benlik dâvası güden insanlar bir yere varamazlar."
Benzi atmak: Bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak."Askerleri karşısında görünce benzi attı."
Bereket versin: 1. "Allah size bol kazanç versin" anlamında iyi dilek sözü. 2. Çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır)."Bereket versin ki ona bir şey olmamış."
Beş aşağı beş yukarı: Çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan, ölçüden bir miktar az veya çok olarak."Beş aşağı beş yukarı bir kg. çeker bu tavuk."
Bet (i) bereket (i) kalmamak: Bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi."Yanımıza geldiği günden beri evin beti bereketi kalmadı."
Betine gitmek: Ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek."Senin yaptığın iş adamın çok betine gitti."
Beyin yıkamak: Bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek."Batılılar ülke insanımızın beynini yıkamaya devam ediyorlar."
Beylik söz: Etkisi kalmamış, herkesin kullanageldiği söz."Bırak artık şu beylik sözleri, kimseyi etkileyemiyorsun."
Beyni bulanmak: 1. Sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. Kötü bir şey olacağını sezinleyip huzuru kaçmak."Adamların suratlarını hiç beğenmedim, beynim bulandı, haydi gidelim buradan."
Beyninden vurulmuşa dönmek: Umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa düşmek, düşünce yeteneğini yitirir gibi olmak."Adamı karşısında görünce beyninden vurulmuşa döndü."
Beynine girmek: 1. Akla uygun gelmek. 2. Bir kimseyi türlü yollara baş vurarak bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. Ezberlemek, aklında tutmak."Ne kadar okursam okuyayım beynime girmiyor."
Bıçak kemiğe dayanmak: Çekilen sıkıntı artık katlanamayacak bir hâl almak."Bıçak kemiğe dayandı, artık bu yerde duramam."
Bıyığı terlemek: Bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak."Bıyığı terlemiş gençlerin eline bakamam gayri."
Bıyık altından gülmek: Birinin içine düştüğü duruma belli etmeden gülmek, sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içinden onunla alay etmek."Ayşe`nin kırdığı pot karşısında bıyık altından gülmeye başladı."
Bildiğini okumak: Kim ne derse desin, istediği gibi davranmak."Bildiğini okumaya devam edersen, sonunda zarar görmen muhakkak olacak."
Bile bile lâdes: Bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir durumu kabullenme."Ağaçları kesmesine bile bile lâdes dedim."
Bin dereden su getirmek: Birini kandırmak için dil dökmek, birçok sebep ileri sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek."O evi almamam için bin dereden su getirdiler."
Bindiği dalı kesmek: Kendisi için gerekli ve yararlı olan şeyi kendi eliyle yok etmek."Geçimini sağladığın o tarlayı sakın satma, yoksa bindiğin dalı kesmiş olursun."
Bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. Bir konuda yapacağı çok az şeyi olmak. 2. Dayanacak pek az gücü kalmak."Bir atımlık barutu kalmış, hâlâ ben yaparım o işi diyor."
Bir ayağı çukurda olmak: Çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak."Dedemin bir ayağı çukurda, onu üzmeyin artık."
Bir ayak önce (evvel): Çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak."Bu iş, bir ayak önce yapılacak bir iştir."
Bir baltaya sap olmak: Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak."Şu yaşa geldin ama bir baltaya sap olamadın gitti."
Bir bardak suda fırtına koparmak: Çok basit, küçük, önemsiz bir şeyi büyütüp içinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek."Bir bardak suda fırtına koparmayı bırak artık, mendilini yaktıysa evi de yakmadı ya!"
Birbirine düşmek: Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak."Çocukların kavgası yüzünden birbirlerine düştüler."
Birbirine girmek: 1. Aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak, saldırmak. 2. Bir kaza sonucu araçların birbirine çarpması."Su yüzünden sokak sakinleri birbirine girdi."
Bir çuval inciri berbat etmek: İyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış davranışlarla bozmak, olumsuz bir gidişe sokmak."Eline çekici alır almaz çiviye vurdu, çivi tahtayı yarıp geçti, bir çuval inciri berbat ettiğini o zaman anladı."
Bir dalda durmamak: Sık sık düşünce, iş ya da tutum değiştirmek."Bir dalda dursaydı başına bu iş gelmeyecekti."
Bir damla: 1. Çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. Çok küçük (çocuklar için söylenir)."Bir damla su kaldı, ne yapacağız su gelmezse."
Bir dediği iki olmamak: Her istediği hemen yapılmak, yerine getirilmek."O, bir dediği iki olsun istemiyordu."
Bir deri bir kemik kalmak: Çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak."Zavallı çocuk, bu illete yakalı beri bir deri bir kemik kaldı."
Bir dikili ağacı olmamak: Malı, mülkü veya evi olmamak."Şu dünyada bir dikili ağacımız olmayacak bu gidişle."
Bire bin katmak: Olduğundan çok göstermek, abartmak."Bire bin katarak anlatmaya bayılır."
Bire bir gelmek: Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek."Verdiğin ilaç diş ağrıma bire bir geldi."
Bir eli yağda, bir eli balda (olmak): Bolluk, varlık, rahat ve huzur içinde olmak."Bir eli yağda, bir eli balda, daha ne istiyor ki?"
Bir elle verdiğini öbür elle almak: Bir kimseye yaptığı iyiliği, yararı, başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek."Bir eliyle verip öbür eliyle aldığını çok zaman sonra anladım."
Bir gömlek aşağı: Bir derece daha düşük."Sizin ürettiğiniz fındık, bizimkinden bir gömlek daha aşağıdadır."
Bir hâl olmak: 1. Bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek, bezmek. 2. Daha önce görülmeyen davranışlar içinde olmak, huyu değişmek. 3. Kazaya uğramış olmak."Gecikti, başına bir hâl mi geldi acaba?"
Bir hoşluğu olmak: Rahatsız, neşesiz olmak."O şiddetli kazayı görünce bir hoş oldum."
Bir kalemde: Birden ve toptan, bir işlem ile."Bir kalemde öde de kapat şu hesabı."
Bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek."Ha sen söylemişsin ha ben, bir kapıya çıkmaz mı?"
Bir kaşık suda boğmak: Bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek ölçüde sinirlenmek."Şu yalancı herifi her söz söyleyişinde bir kaşık suda boğasım geliyor!"
Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak."Alevler bacayı sarınca bir kıyamettir koptu sokakta."
Bir Köroğlu bir Ayvaz: Bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının yanlarında bulunmaması."Bir Köroğlu bir Ayvaz olmasak bu maaşın bize yeteceği yok."
Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak."Söylediğim söz bir kulağından girip öbür kulağından çıkarsa anlamazsın elbet!"
Bir pula satmak: Bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak."Parayı görünce adam bizi bir pula satıverdi."
Bir sözünü iki etmemek: Birinin her istediğini hemen yerine getirmek."Ah benim tatlı çocuğum, bir sözümü iki etmez, hemen yapıverir."
Bir şeye benzememek: İşe yarar durumda olmamak, istenilen biçimde bulunmamak."Bu kadar emekten sonra bari bir şeye benzemiş olsaydı şu kapı."
Bir taşla iki kuş vurmak: Bir davranışla iki veya birden çok yararlı sonuç elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak."Anladım amacını, bir taşla iki kuş vurmak."
Bir tutmak: Eşit görmek, eşit saymak, farklı muamelede bulunmamak."Öğretmen, sınıftaki öğrencilerin hepsini bir tutmalıdır."
Bir yastığa baş koymak: Evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirini desteklemiş olmak."Biz kırk yıl bir yastığa baş koyduk, nasıl unuturum onu?"
Bir yastıkta kocamak: Karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek."Bir yastıkta kocarsınız inşaallah."
Bir yaşına daha girmek: Şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak."Aman yarabbim, onu o kılıkta görünce bir yaşıma daha girdim."
Bit yeniği: Kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü."Bir bit yeniği var gibime geliyor bu işte, haydi hayırlısı."
Bize de mi lolo!: "Senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya; seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla" anlamında kullanılır.
Boğaz boğaza gelmek: Zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle gelmek."Senin o dilin yüzünden adamla boğaz boğaza geldik."
Boğaz derdi: 1. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları. 2. Geçim için uğraşma, kazanç sağlama kaygısı."Boğaz derdi, bence dertlerin en büyüğüdür."
Boğaz kavgası: Yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş."Hemen bütün insanlar boğaz kavgasının içinde kaybolmuş durumdalar."
Boğazı kurumak: Çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz olmak."Boğazım kurudu, bir şeyler içelim de öyle gidelim."
Boğazına dizilmek: Bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla yemek."Annemin o hasta hâli gözümün önüne geldikçe lokmalar boğazıma diziliyor."
Boğuntuya getirmek: Birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.
Bohçasını koltuğuna vermek: İşine son vermek, kovmak, başından defetmek."Hiç sebepsiz yere bohçasını koltuğuna verip fabrikadan uzaklaştırdılar onu."
Bol keseden: Ölçüsüz, çok fazla, bol bol."Bol keseden atıp tutmaya bayılır bizim çocuk."
Borç harç: Borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak)."Borç harç nihayet yaptırdık evin çatısını."
Borusunu çalmak: Çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek."O, yıllardan beri Tophane kabadayılarının borusunu çalar."
Borusu ötmek: Sözü geçer olmak, dinlenilir olmak."Bizim sokakta Hasan amcanın borusu öter."
Bostan korkuluğu: 1. Kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. Kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden çekinilmeyen, göstermelik kimse."Müdür tam bir bostan korkuluğu, memurlar ne iş yapıyor ne güç."
Boşa çıkmak: Umulan gerçekleşmemek, sonuç vermemek, elde edilememek."Bütün emeklerimiz boşa çıktı desenize."
Boş atıp dolu tutmak: Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek; doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak."Hayatımızın boş atıp dolu tutmak diye bir ilkesi olamaz."
Boş bulunmak: 1. Dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. Söylenmemesi gereken, sakıncalı bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek."Boş bulunup da sakın söz verme, biliyorsun onlara gitmemiz mümkün değil."
Boş gezenin boş kalfası: İşsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse."Adam boş gezenin boş kalfası, bir de işsizlikten yakınıyor."
Boş vermek: Önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak."Boş ver, bu hayat böyle gelmiş, böyle gider."
Boy atmak: Boyu uzamak, gelişmek, boylanmak."Çok çabuk boy attı sizin çocuk; maşallah, delikanlı gibi olmuş."
Boy göstermek: 1. Görünmek, belirmek. 2. Gösteriş yapmak."Onun gelip gitmesinin ardından olaylar boy gösterdi."
Boy ölçüşmek: Yarışmak, değer yarışına girmek."Benimle boy ölçüşecek adam daha anasından doğmadı."
Boynu bükük: Yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz durumda olan."Nerede bir boynu bükük görsem içim yanar."
Boynu eğri: Herhangi bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya borçlu sayan."O adamdan borç para aldığı için boynu eğri, bu yüzden yaptığı kötülüklere ses çıkaramıyor."
Boynu kıldan ince olmak: Adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı olmak."Gerçek adaletin karşısında boynum kıldan incedir."
Boynunun borcu: Yapılması gerekli olan ödev."Seni sevindirmek boynumun borcu oldu artık."
Boynunu vurmak: Başını keserek öldürmek."Boynunun vurulmasına ramak kala hakkındaki hükmün kaldırıldığını öğrendi ve yer gök onun oldu sanki"
Boyunduruk altına girmek: Başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak, emir ve baskı altında yaşamak."Türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm demektir."
Boyunun ölçüsünü almak: 1. İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini anlamak. 2. Biri tarafından haddi bildirilmek. 3. Beklediği yakınlığı görememek."Boynunun ölçüsünü aldı, böyle bir işe bir daha giremez."
Bozuk çalmak: Bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli davranışlarda bulunmak."Biraz hasta oldu diye sağa sola bozuk çalıp duruyor."
Bozuk düzen: 1. Düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. Toplumun yönetiminde uygulanan yanlış kurallar dizgesi."Bu bozuk düzenden hangi görüş ve anlayış biçimi kurtaracak milleti, onu öğrenmeye çalışıyorum."
Bozum etmek: Bir kimseyi bekmediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak, mahçup etmek."Adamı bozum etmeye bayılır bu ihtiyar, ona karşı dikkatli ol."
Bozum olmak: Bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak duruma düşmek."Onun düşüncesinin hiç de doğru olmadığını söylediğim zaman amma da bozum oldu kadın."
Bozuntuya vermemek: Hataya düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak."Hiç bozuntuya vermeden misafirlere hoş geldin demeye devam etti."
Bulanık suda balık avlamak: Karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını sağlamak."Bulanık suda balık avlamayı kural hâline getirmiş."
Buldukça bunamak: Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini istemek."Buldukça bunuyorsun, milletin aç sefil gezdiğini görmez misin sen?"
Buluttan nem kapmak: Çok alıngan olmak, en küçük şeylerden bile alınmak."Seninle konuşmak imkânsız, buluttan nem kapıyorsun çünkü."
Bunda bir iş var: "Bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması, anlaşılamayan bir sebebin aranması" durumunu anlatmak için kullanılır."Polis, bunda bir iş var diyerek olayın üzerine tekrar gitti."
Bundan iyisi can sağlığı: "Bundan daha iyisi, en iyisi olamaz" anlamında kullanılır."Bundan iyisi can sağlığı, haydi oturun bakalım sofraya."
Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu: Bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği bu ilkenin tersine davranışlarda bulunanlar için söylenir.
Burnu bile kanamamak: Tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak."On takla atan arabadan, burnu bile kanamadan çıktı, şaşılacak şey doğrusu."
Burnu büyümek: Kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek."Adam milletvekili seçilir seçilmez bizimle konuşmaz oldu, burnu büyüdü birden."
Burnu havada (olmak): Kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak)."Burnu havada gezenlerden hiç hoşlanmam."
Burnu Kaf dağında (olmak): Çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak)."İyi ki bir araba aldı, burnu Kaf dağında bir adam olup çıktı."
Burnundan (fitil fitil) gelmek: Hoş bir durum, elde ettiği güzel bir şey, sonra gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak."Yediğimiz yemeği burnumuzdan getirmek mi istiyorsun? Sus artık!"
Burnundan düşen bin parça (olmak): Suratı çok asık (olmak)."Ne olmuş bir cam kırılmışsa, iki gündür burnundan düşen bin parça."
Burnundan kıl aldırmamak: Oldukça huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek, kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en küçük yergiye tahammül göstermemek."Amma da burnundan kıl aldırmaz bir adammışsın; söylesene, nasıl konuşacağız seninle?"
Burnundan solumak: İşi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek, çok öfkelenmiş olmak."Adam burnundan soluyor, sakın üstüne gitme, yoksa konuştuğuna pişman olursun."
Burnunu çekmek: 1. Nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri çekmek. 2. Yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine ulaşamamak."Müdürün yanına alınmayınca burnunu çekip gitti."
Burnunun dikine gitmek: Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak."Burnunun dikine gidersen, işte böyle eline yüzüne bulaştırırsın işi."
Burnunun direği sızlamak: 1. Çok acı duymak (maddî). 2. Çok üzülmek."Soğuktan burnumun direği sızladı."
Burnunun ucunu görmemek: 1. İleriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek. 2. Çok sarhoş olmak. 3. Çok dikkatsiz ve dalgın olmak."Sen ki burnunun ucunu göremeyen bir adamsın, seninle nasıl iş yapabilirim ben."
Burnunu sokmak: Üzerine vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak."Sen de her işe burnunu sokmaktan geri durmazsın!"
Burnu sürtülmek: Ilımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek."Onun da burnunun sürtülmesine az kaldı, kısa zamanda dikbaşlılığı bırakacak."
Burun buruna gelmek: 1. Ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. Birbirine çok yaklaşmak, birine çok sokulmak."Kapıdan çıkar çıkmaz öğretmenimle burun buruna geldim."
Burun kıvırmak: Önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek."Önüne konan yemeklere burun kıvırıp sofradan kalktı."
Buyur etmek: Misafiri karşılayarak içeri almak, "buyurun" diyerek saygı ile yer göstermek ya da sofraya çağırmak."Misafirleri büyük bir şevkle buyur etti."
Buyurun cenaze namazına: Hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu üzüntü belirtmek için "ne yazık ki" anlamında kullanılır."Şunun yaptığına bakın, buyurun cenaze namazına!"
Buz kesilmek: 1. Çok üşümek, donmak. 2. Buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek. 3. Endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak."Öldürdüğünü sandığı adamı karşısında görünce buz kesildi."
Buzlar çözülmek: 1. Buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması. 2. Kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan kalkmaya başlaması."İki kardeşin arasındaki buzlar çözülmeye başlayınca aileye neşe geldi."
Buz tutmak: Üstünde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak."Göl buz tuttu."
Buz üstüne yazı yazmak: 1. Birine etkisi olmayan sözler söylemek. 2. Etkisi ve süresi çok kısa olan bir iş yapmak."Evet çocuklar, beni buz üstüne yazı yazan bir adam konumuna getirmeyin!"
Büyük oynamak: 1. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. Çok fazla para koyarak kumar oynamak."Büyük oynadım, ya kaybedeceğim, ya da kazanacağım."
Büyük (söz) söylemek: Başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek övünmek."Ne demiş atalarımız, büyük lokma ye, büyük söz söyleme."
Büyük sözüme tövbe!: Bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda Cenab-ı Allah`tan böyle bir duruma düşürmemesini dileme."Ne ettim de o sözü söyledim, büyük sözüme tövbe!"
Büyüklük göstermek: Elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi davranmak."İstese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış."
Büyümüş de küçülmüş: Davranışları, konuşması yaşının üstünde olan, büyükler gibi hareketler yapan çocuk."Aman yarabbim, şunun söylediği sözlere bakın hele, büyümüş de küçülmüş sanki!"
|